╒══►
Dizikitap.com
◄══╛
DZKTP
Liste
Yakınlaştırma
Öykü

Öykü

Kapat

░ Yer, Gök Ve Gürültüsü ░

Yer, Gök Ve Gürültüsü

Dünya gezegeni 2029 – Eylül 2023’de çıkan III. Dünya savaşı sonrası

Yetmiyor… Gök gürültüsü, içimi artık ilk duyduğumdaki gibi korkuyla doldurmaya yetmiyor. Bana daha fazlası lazım. Daha fazla korkmalıyım, korku titretmeli kalbimi, nefes alıp verirken zorlanmalıyım, içime işlemeli, heyecanlandırmalı. Korku şu anda istediğim en tutkulu beklenti ve hasret kaldığım haz: Sahipsiz tarlalarda özgürce yeşermek aşkına! Gök gürültüsü! Tekrardan şiddetiyle göğün bağrında inlemekte ama ne yer yarıldı, ne gök delindi. Mağaradayken hissettiğim sadece bir ses, hani kuru gürültü derlerdi ya bir zamanlar, işte sadece öyle -beni korkutmayan- bir ses. Süzülüp gidiyor kulaklarımdan çılgınca lakin melodisi yok.

Küçükken hep ayrı bir odam olsun isterdim: Bir gün oldu ama odamdayken, çakan şimşeklerle gelen sesten hep korktum. Bu odayı İsterken bilemezdim, yalnızlığın vereceği simsiyah ürpertiyi, alnımdan süzülen ter damlacıklarının yüzümü yıkayacağını. Sesler üzerime sökün ettikçe yorganın altına kafamı sokar, beyaz beyaz patlayan karanlıkta uyumak için çabalardım. Tatlı masallar yerine bu hoyrat sesi dinlerdim. Şimdi ise alışkın oldum bu seslere ve bana eğlenceli geliyorlar. Çünkü biliyorum ki Dünya kendini yeniliyor. Her düşen yıldırım ve ardından yağan yağmur ile Dünya yeni sakinlerine hazırlık yapıyor.

Kıyamete giden güzergâhta son duraktayız, bütün yolcular teker teker indi, arka kapıya yakın oturan birkaç genç inmemek için diretiyoruz. Fakat sonunda otobüsün şoförü bizi de inmemiz için uyaracak. “Son durak gençler,” diye bağıracak. Sesi; soğuk, loş bir evin duvarlarında yankılanır gibi yankılanacak. Beni sarsacak ve zihnimde dağılarak hecelere bölünüp gerçekliğin çıplaklığıyla tekrar birleşecek. Tüm yaşlılar indi, tüm çocuklar indi, sadece direnmeye gücü olan birkaç genç arka koltuklarda; sağlam kalan son umutları ıslak, erimeye yüz tutmuş halde beklemedeler. Dışarıdaki yağmurun şiddetine dayanamayan otobüsün tavanından sular içeriye damlıyor. Rahmet demek çok güçtür bu pis kokulu, acı veren damlalara; kara, kapkara, ağır ve döküldüğü yeri eriten gazap. Peki ya gök gürültüsü, ona ne demeli? Sadece sesten ibaret değil; ışıklarıyla geliyor, şimşek şimşek toprağı kırbaçlıyor, yakıyor, yıkıyor… Dünya’yı teselli edecek güçte değiliz ve onun karanlık odada başını altına sokabileceği yorganı dahi yok. Çocuklardan bile savunmasız.

Yan odada Venüs müzik dinliyor, Mars çoktan uyumuş, Uranüs yine kendi âleminde. Dünya ise gök gürültüsünden korkuyor, çünkü o yaşıyor. Hiç aksatmadan aynı işleri gün be gün yapsa da o yaşıyor: Onun kalbinde canlı bir şeyler var, canlı bireyler var. Fakat o yakıp yıkan gök gürültüsüne dayanır mı ki kalp? Yaşarken ve ölürken ağlamaz mı? Kanamaz mı tattıkça gerçekleri bir bir?

Dünya yaşıyordu tıpkı benim gibi, korkuyordu tıpkı benim çocukluğumdaki gibi. Sanıyorum, ne yazık ki ne o korkuyor ne de ben fakat sanmıyorum ki tam manasıyla yaşamaktayız: ne o ne de ben. Dünya’yı korkutacak bir insanoğlu kalmadı, artık sadece kendi etrafında dönen, yıldızlara bakan, sürekli içine içine ağlayan bir gezegen. “Ormanlarımı kessinler, yerine beton bloklar diksinler, yine de yaşarım,” diyen o gezegen. “Sizden korktuğum sürece dönmeye devam ederim,” diyen o küre. Çok değil bir kıyamet önce; o bazen ihtiyar, bazen bir çocuk kalbi taşıyan ruhsuz Dünya’yı korkutuyorduk, ta ki kalbi durana dek. İnsan gururluydu, insan bilgiliydi, insan Dünya’yı daha fazla korkutabilecek güce sahipti. İşte o zaman savaş türkülerini okuduk, kahramanlıklarımızla övündük. Naralar attık, büyük başarılar yakaladık ya hani… Önümüzde diz çöktü koca Dünya, her doğrulduğunda bir tekme ile yere indirdik. Bakın ne de güzel can çekişiyor. Bence güzel, can çekişmesi bile güzel: Ruh sahibi, düşünme yeteneği olan insandan daha mutlu bakabiliyor ölürken. Çünkü o otobüsün kendisi, otobüsün şoförü onu tamirhaneye götürünce belki eskisinden bile iyi bir durumda yeniden yollara düşecek. Kanayan yaralarına pansuman yapılacak. Kabuklarının iyileşmesini bekleyecek. Hayatı adımlamaya yeni başlamış bireyler gibi parıldayamasa da gözleri ışıldayacak. Yeni yolcular alacak, onları taşıyarak ailelerine kavuşturacak. Elbette bu yolculuğu onlar için en konforlu şekilde sunup, döngüsünü tamamlayacak.

İnsan mı? O indiği durakta kalacak; artık onun için yürüme vaktidir, yol soracak, köprüler geçecek ve ebediyetin hüküm sürdüğü yerlere ayak basacak. Belki çorak topraklar belki de yeşil çayırlar kim bilir?

Ben ise hala otobüsteyim, sanırım şoför bizi daha ilerideki tamirhanenin oraya kadar götürebilir. Aslında bende bir an önce inmek istiyorum ama öyle yorgunum ki. Bedenim bana ağır geleceğinden, biraz daha otobüsle gitsem hiç fena olmayacak. Belki yolda yeni yerler görürüm, belki de oralarda inerim ya da hiç inmeye teşebbüs etmem otobüsten. Saklanırım arka koltuklarda, gizliden gizliye burada yaşarım. Bunun kararını zaman gösterecek. Şoför bu koltukların arkasında beni fark etmezse -şurada kalmış birkaç atık yiyecek de var, onları yiyerek- yaşar giderim. Saklanmak huzurdan bir örtü gibi örtülüverir buracıkta üzerime. Sanırım bende gülüyorum bu fikirlerime, burada asla saklanamam nereye kadar yaşarım bu ölümün bile ölmeye meyilli olduğu topraklarda. Olsun; insan biraz kendini kandırmayı bilmeli, biraz vurdumduymaz olmalı, umursamaz olmalı, yoksa koca koca devletler neden göğü gürletsin? Korkusuzca sonunu düşünmeden neden Dünya’nın canına kast etsin?

Daha ne kadar bunlarla kafamı bulandırıp oturduğum bir kolçağı eksik sandalyenin kırılmasını bekleyeceğim? Kalkıp yiyecek bir şeyler bulmalı, belki de benim gibi nükleer felaketten sağ kurtulmuş birilerini aramalıyım. Sığınaklar vardı, orada onlarca yıl yaşanabildiğinden söz eden bilim adamları ve devlet adamları vardı. 2018’de böyle açıklama yapmışlardı. Nükleer tehlikenin insanlığın sonunu getirmesine engel olmaya gönüllerini vermiş bilim adamları, seferber olmuş devlet adamları vardı. Tezat şu ki nükleer bombaları bilim adamları yaptı devlet adamları attı. Ne mi oldu, “Allah kahretsin ne mi oldu?” yüzlerce nükleer başlığı -gelinlerini taşıyan damatlar gibi- kucaklayan füzeler Dünya denen otobüsün koltuklarında gerdek gecesine girdiler. Onlar patladıklarında büyük bir haz ve mutluluk mu bekliyorlardı bilmiyorum ama binlercesinin çıkardığı o ahlaksız gürültü, o acı veren, Dünya’yı ve beni korkutan o gürültü ile yanmaya başladık. Hepimiz yanıyorduk ateş öyle şiddetliydi ki utancımızdan yüzümüz kıpkırmızı kesilmişti, çok fena yanıyorduk, sanki cehennem dünyada belirmişti, öylesine sıcaktı! Bu ses ve ışık gösterisinde gözlerimiz yuvalarından fırlamıştı ama anladık ki Dünya’da nazar varmış, göz göz olmuştu her yeri. Çıktı.

Son durağa geldiğimizde bunlar yaşanmıştı. Daha güvenli olduğunu düşündüğümüz arka koltuklara doğru yönelmiştik. Burası uzaktı; dağlar vardı, eteklerinde ormanlar, vahşi bir hayat vardı. Dünya burada gülen yüzünü gösteriyordu ve belki de o gülen yüzü son gören biz olmuştuk. Bunun verdiği dinginlik hissi anlık da olsa ılıkça yayıldı içimize ama oldukça kısa sürdü. Dağın engin yerinde bir mağarada kader ortaklarımla sesler duyuyorduk öyle şiddetli ki gök gürültüsü demeye dilim varmıyor. Yer sallanıyor; deprem desem kimi inandırırım. Mağaranın derinliklerine kadar o kavurucu hava geliyor, orada benimle gelenler dahi dayanamıyor kendilerini taşlara vuruyorlardı. Sonra büyük ferahlık etkisi gösteren az bir serinlik oldu. Gözümü açtığımda bir ben yaşıyordum mağarada, sıcağa dayanamayıp beyin kanaması geçirenler, kayaların altında ezilenler, yanında getirdiği tabancayı kafasına sıkanlar, ne yazık ki hiç biri kurtulamadı. “Direnmek gerek,” diye bir tıslama çıkıyordu sıktığım dişlerimin arasından. Elbette dışarıda durum daha vahimdi ama uzunca süre oraları görmeyeceğimi biliyordum. Zaten görmeyi isteyip istemediğimi o ruh halimle kestiremiyordum.

Dışarıda kıyamet ve peşindeki serpintiler hüküm sürüyordu. Bunların bitmesine ömrüm yetmezdi ve hızla yaşlanıyordum. Üstümdeki iki kat kazak, üç çift çorap, palto, atkı beni dışarıdaki soğuğa karşı koruyabilir miydi? Giydiklerim pek de etki etmedi ta ki kemiklerim sızlanmaktan sıkılana kadar. Ardı kesilmeyen yağmur ve gök gürültüsü eşliğinde dağdan indim, “olmayan” ormanlardan yürüdüm, “kalmayan” yolları takip edip; “bitmeyen” otlakları geçtikten sonra “yükselmeyen” binalara vardım. Ağır gelen bedenim, ruhumu sürüklüyordu.

Bu yıkık dökük şehirde kasvetli, henüz tozu dumanı dinmemiş atmosferde ne ya da kimi bulacaktım ben de bilmiyordum. Gözlerim ise o binaların kıyısından köşesinden fırlayacak çocukları arıyordu. Belki de oradaydılar, ben göremedim çünkü gözlerim artık iyi seçemiyordu. İçimden bir şeyler inatla, hadsizce, şu gördüklerime rağmen ufak umutlar yayıyordu. Ona aldanıp etrafı aceleci bakışlarla yeniden taradım. Yoktu, kimse yoktu.

Şimdi ise beslediğim umutlar bir bir soluyor. Kendi halimdeyim, kendi halinden uzak yerlerde. İçecek suyum tükenmek üzere yine de bir yerlerde içilebilir bir miktar su bulabilirim diye düşünüyorum. Bunları idareli kullanıp sığınaklardan birini bulana kadar yaşayabilirim, umarım. Tabii, mal varlığı samimi aristokratları olası vandalizme karşı korumak için sığınakların yerlerinin, bizim gibi sadece yaşama ayak uydurma lüksüne sahiplerden(!) gizlenmiş olması işimi epey zorlaştıracaktır.

Yaşasam ne olacak ben de bilmiyorum, sadece yürüyorum, gücüm tükenene kadar, biri bana dur diyene kadar yürüyeceğim. Yorulmayı unutup, kimi zaman duraksayıp yine yürüyeceğim Arka koltuklardayım şoför beni otobüsten atana kadar. Nefes almamı sağlayan teminlerim tükenene kadar diriyim. Keşke diyorum o mağaraya hiç girmeseydim. O insanoğlunun yarattığı şaheseri, güneşten bile parlak ama güneş gibi hayat değil ölüm veren o lanetli eseri seyrederek ve gökteki gürültüyü dinleyerek oracıkta can verseydim. Verseydim de şu kara kıyametten soyutlasaydım kendimi. Korkuyu kalbimde hissederek, yaşadığımın farkına vararak, ölüme kucak açıp gök gürültüsünün yaptığı gibi ışığı takip etseydim. Her şey kolay ve acısız olurdu.

#dünya_savaşı

#kıyamet

#nükleer

#dünya

#savaş

İlk Yayımlanma » 04.09.2013
Yayımlandığı Yerler » zabkaf.tumblr.com