╒══►
Dizikitap.com
◄══╛
DZKTP
Liste
Yakınlaştırma
Deneme

Deneme

Kapat

░ Hayal Gücünün Kaynakları ░

Hayal Gücünün Kaynakları
1 - ÇOCUKLUK

Kimi insanlar hayallerin engin dünyasına gitmenin yollarını bilmez sadece gerçek dünyanın gerçeklerini kendine uğraş olarak benimser. Bunun sebebini psikologların insan davranışlarını çözmek için yaptığı gibi çocukluğa inerek irdeleyebiliriz. Bazılarımız yetiştiğimiz çevrenin ve bu çevredeki şartların tesiri ile hayalperest olmayı başarır. Aslında bu bir başarıdır her ne kadar gerçeklerin esiri olan kişiler tarafından “Büyücü bu! Yakın!” benzeri bir minvalde yadırganmaya maruz kalınmaya sebebiyet olsa da… Hayal kurmak bir başarı olduğu gibi başarıyı da çoğu zaman beraberinde getiren, başarılı insanların başarı kaynağı olarak sayılabilir. Başarıya kaynak olabilen hayal gücünün ise filizlendiği yerden yeşerebilmesi ve bir ağacın toprağa, suya, güneşe ne kadar ihtiyacı varsa gereksindiği şeyler vardır. Bunlardan toprak kadar önemli olanı şüphesiz ki hayal gücünün en işlevsel olduğu zaman olan çocukluktur. İnsan beyninin yeni yeni şekillendiği, boş levhanın dış dünyadan gelen uyaranlarla dolmaya başladığı bu çağda hayal gücü düşünen aklın en çok başvurduğu yazılımdır. Bu yazılım gerçek dünyayı tanırken onda yer alması muhtemel olan başkaların belirlenmesi için geliştirilmiş yapay zeka benzeri bir uygulamadır. Henüz daha su dolu bir kesedeyken yaşadığımız sürece faaliyetini durduramadığımız beyin gelecekte karşılaşabilecekleri hakkında çeşitli senaryolar üretmeye ve kendini bunları anlamaya hazırlamaktadır. Duyu organları dediğimiz algılayıcıların gönderdiği verileri anlamlı bir hale getirmek için onları benzerleri ile ilişkilendirmeye çalışan beyin hayal kurmaya başlar. Bir gün öyle hayaller kurar ki kendi algıladıklarının da dışında bir dünya olduğunu kabul eder. Bu farkındalık oluştuğu anda sonsuz ihtimal karşımıza çıkar ve duyu organlarımız duygularımızın boyunduruğuna girer. Artık sadece algılamakla ilgilenmiyoruzdur daha ötesini merak ediyor, heyecanlanıyor ve mutlu oluyoruzdur. Bize bu duyguları yaşatan ne varsa sevgi mahrum eden ne varsa iğreti duymaya başlayınca nasıl bir insan olacağımız da şekillenmeye başlıyor. Bebekliğin bitip de ilk çocukluğun başladığı döneme bu donanımlara girdiğimizde bize yön verecek olan şeylere heveslerimizi doğrultup hedefleyerek ergenliğe kadar sürecek bir hayal dünyasında yolculuğa başlatmışızdır. Heveslerin tutkuya dönüşmesi zaman alır. Kırılgan ve narin heves ordumuz çevremize hücum ettiğinde pek azı kurtulup çocukluğumuzun kahramanları olabilir. İlk kahramanlarımız beynimizde öyle tahtlara otururlar ki hayatımız boyunca onları oradan indirmek dahi istesek bunu başaramayabiliriz. Bilindiği üzere iyi kahramanlar olduğu gibi kötü kahramanlarda vardır ve onların bizde birbirleri ile çekişmesi sonucu karakterimiz ortaya çıkar. İlk çocukluk dönemi kısmen dahi olsa anımsayabildiğimiz bir dönem olup bu yaşlarda yaşadıklarımız ilgilerimizin ve hayallerimizin esaslı bir kaynağıdır. Çocukken duyduğumuz bir müzik gördüğümüz bir yer tanıdığımız bir insan kokladığımız bir koku bilinçaltımızda ne cadı kazanlarının kaynamasına sebep olmuştur kim bilir? Hayal gücü yazılımımız bu yaşlarda kendine benliğimizde sağlam bir yer edinmiştir. Sağlıklı bir beyin ise kendi yazılımın farkında olarak hayal ile gerçeği ayırt etmeye ikisine ayrı ayrı düşünce kapılara açmaya başlamıştır. Artık her gördüğümüz sakallı dede değil, her önlüklü doktor değil, her dört ayaklı hayvan köpek değildir. Hayal gücümüz bize bunları ihtimaller dahilinde eşleştirmiştir ama beynin zamanla içini doldurduğu aklımızın ürettiği mantık silahı teker teker hepsini gerçeklerle itham etmeye başlar. Birileri iki tekerli araçların motorlu olanlarına motosiklet motoru olmayanlarına bisiklet dediği için biz de bunlara bu isimleri kullanırız. Beyin yer yer yine hayal gücüne danışarak onun da fikrini almayı ihmal etmez ama hayal dünyası ile gerçekler arasındaki çizgileri belli edeceği günler pek de uzak değildir. İnsanlar bu yaşlarda birbirlerinden ayrılmaya başlarlar. Hayal kurmanın kötü bir şey olduğu, gerçeklerin sadece hissedenlerin çokluğu ile belirlendiği gerçek dünyanın yaşayanları tarafından ne kadar çok benliğimize empoze edilirse insan hayallerden vazgeçer. Bir süre sonra mücadele etmeye gücü kalmayan insan yavrusunun gerçekler ile acı gerçekler olmak üzere iki boyutlu dünyası yaşayabileceği tek yer olarak kalır. İşte böyle bir ayrımda kaderin de elvermesi ile hayal kurmaktan vazgeçmeyenlerin safında yer almayı tercih ettim. Kendi çocukluğum benim için bolca hayalin kurulduğu, belki sonsuz kuantum evrenini tek başına inşa ettiğim zamanlardı. Hayal kurmamak insan doğasına aykırı bir davranış ama hayal kuramamak insan doğasındaki en büyük erozyonlardan biridir. Diyebiliriz ki bu talihsizliğe düşmüş olan herkesin geçmişine dönüp nedenlerini orada araştırmamız lazımdır. Belki onlar da beyinlerinde yer etmiş kadim kahramanlara bir savaş çağrısı gönderebilirler. Tabi aynı şanssızlığa sonraki nesilleri de mahkum etmemek için çocukları hayallerle özgürleştirmelerini de tembihlemeliyiz. Günümüzde çocukluğunu yaşayan nesil için kendi çocukluğumda yaşadığım hayatı yaşayamadıkları için akıbetlerinden endişeliyim. Apartman aralarında, asfalt yollarda, yapay parklarda yetişen site çocuklarının hayal güçleri ne denli gelişebilir ki… Ben şimdilerde çok değerli(!) yapıların kazma vurulduğu Ümraniye’de yaşadım çocukluk dönemimi. Ümraniye’nin de kenarı sayılabilecek bu mahalleye ilk taşındığımız yıllarda henüz yolları bile yapılmamıştı. Medeniyet bilgisayar oyunlarındaki çağ atlamadan bile hızlı yayılan bir şeymiş ki birkaç sene içerisinde gelişmeler baş gösterdi. Ben ilkokulu okuyordum ve hayatım sabah erkenden kalkıp çizgi film seyretmek sonrasında dış dünyayı keşfetmek ve okula gidip geldikten sonra da keşiflerime devam etmek şeklinde vuku buluyordu. Sokağımızda benle yaşıt arkadaş olabileceğim çok çocuk vardı ama ben onların akşama kadar boş tarlalarda top oynama alışkanlığı dışında başka hobilere de sahiptim. Keşfetmemi bekleyen ve o zamanlarda aşağı mahalle, yukarı mahalle ve dağlar diye adlandırdığım diyarlar vardı. Yukarı mahallede boş tarlalar vardı bu da futbol demekti ve benim ilgimin çok az bir kısmını oluşturuyordu. Aşağı mahalle ise gizem dolu inanılmaz bir yerdi. Önceleri oralara pek yaklaşamazdım biraz daha yakında olan otlaktan çekirge ve bitki toplardım. Böceklere bayılıyordum; canlılar içerisinde en ilgimi çeken onlardır. Aslında hayal gücümüzde yarattığımız her türlü iyi kötü canavarın kaynağı da çocuklukta gördüğümüz bu canlıların beynimizdeki imajlarının üst üste gelmesi ile elde edilmiş çizimlerdir. Hayvanlar tek başına bir hayal gücü kaynağı olabilir ama bizi en çok çocukluk döneminde etkiledikleri için çocukluk hayal gücünün en büyük destekçisidirler diyebiliriz. Böcekçiliğin bizim ailede sıkça rastlanan bir durum olduğunu ağabeylerimin kahramanı olduğu hikayelerden biliyordum. Karınca savaştırmak, iğneyle sinek avı, salyangoz tuzlamak gibi sadistçe oyunları hep onlardan öğrenmiştim. Ben daha çok bu canlılar hakkında bilgi edinmek ve beslemek için onların peşindeydim ama sonuçta yine ölüyorlardı: burada niyetin bir önemi olur mu bilmiyorum. Bu merak duygusu beni daha küçük yaşlardayken iki tavşanın katili yapmıştı. Gerçi birçok canlı benim bu merakımın birer deneği olmuştu ama onlar unutulmayacak zayiatlardı. Babam henüz emekli olmamışken ve biz apartmanda yaşıyorken takribi 5-6 yaşlarıma denk gelen bir zamanda babam Kadıköy merkez karakol amiriydi ve oranın önünde şimdilerde “pet shop” denen benimse hayvancı dediğim bir sürü hayvan satan dükkan vardı. Benim için orası eşsiz bir yerdi, her ne kadar bir maymun tarafından burada ısırılmış olsam da kaldırıldıklarında çok üzülmüştüm. Buralarda çok dolaşırdım ve ısrarlar sonucu apartman dairesinde yaşaması olanaklı hayvanları aldırtırdım. Balıklar, kuşlar, kaplumbağalar ve tavşanlar evden eksik olmazdı. Tavşanlar sıcakkanlı kıpır kıpır canlılar oldukları için onlarla oynamak ayrı bir keyif verirdi. Bir keresinde gri bir tavşanım vardı ve beşinci kattaki evimizin balkonunda onunla sohbet ediyorduk. Birden aklıma tavşanların uçup uçamadığı konusunda nereden geldiği belli olmayan bir düşünce geldi. Hayal gücüm bana imkansız şeylerin olabilirliğini kanıtlamak mı istiyordu yoksa mantığım imkansız imkansızdır dersini vermeye mi çalıyordu emin değilim. Tavşanı yüklük gibi bir yerin üzerine çıkardım ve kendim aşağıya indim. Ondan kucağıma atlamasını istedim ama o hiç oralı olmadı. Belli ki benimle inatlaşıyordu ve ben pek inat sevmiyordum. Atlamazsan atlama diyerekten arkamı dönüp içeriye yöneldim ve içeri girerken tavşana bir bakış attım. Atladı. Öyle başarılı bir atlayış yaptı ki balkonu teğet geçip beşinci kattan aşağıya kendini bırakıverdi. Bunun bir intihar olduğunu düşünmüyorum ve bütün suçu kabulleniyorum ama balkondan aşağıya baktığımda yerde pestili çıkmış bir vaziyette tavşancağızı gördüğümde bu tavşanların uçamadığı konusunda bana iyi bir ders olmuştu. Lakin ben ihtimallerin adamıydım. Kuşlar uçuyordu aynı zamanda yürüyebiliyordu. Balıklar yürüyemiyordu akvaryumun dışında ölüyorlardı ama uçarak akvaryumdan fırladıklarını görmüştüm. Tamam, tavşanlar uçamıyordu ama ya yüzebiliyorlarsa, bunun hakkında hiçbir bilgim yoktu. Çok geçmedi üzülmeyeyim diye ölen tavşanın yenisi geldi. Siyah tavşan… Çok sevimli yavru bir tavşanım olmuştu ve onla oynayıp karnını doyurmak bir süre içimdeki çatlak profesörü dizginlemeye yetecekti. Bu arada merak duygumu böceklere yönlendirmiş dışarıdan topladığım uğur böceklerini evde kolonileştirme çalışmasına girişmiştim. Böcekler çok garipti her kayanın altından değişik değişik türler çıkıyordu. Bir gün yakın bir yeşillik alanda kaldırdığım bir taşın altından şimdi el kadarlardı diye yemin edebileceğim kurtçuklar bulmuştum. Gerçekten büyüklerdi ve onlarla ne yapacağımı düşünüp de nasıl vardığıma hayret ettiğim sonuca istinaden toplayıp eve doğru yöneldim. Dışarıdan canlı getirme alışkanlığım en son kucaklayıp getirdiğim fareden sonra annemin çığlıkları ve azarları ile sekteye uğramış beyhude bir çabaydı. Eve gizli yollardan sokma fikri ilk başlarda mantıklı gelse de sonraları gözüme bayağı riskli gözükmüş olacak ki onlardan kurtulmaya karar vermiştim. Tabi bunca zahmet boşa gitmesin en azından bilime hizmet etsin diye rastgele bir kapının önüne hepsini döküp dışarıdan gelen canlılara bireylerin gösterdiği tepkilerin tutarlı olup olmadığının istatistiksel ölçümünü yapmak istedim. Zile basıp hemen asansörle zemin kata kaçmıştım ama o canı yürekten feryadı figan çığlık sesi oraya kadar gayet net geliyordu. Yetişkinler böcekleri pek sevmiyordu. Bir gün siyah tavşan ete geldiğinde balkonda sohbete durduk. Sohbeti rengi gibi koyu değildi ve bana yüzme bilmediğini söylemedi. Söyleyebilseydi belki onu balkondaki su dolu bidonun içine atmazdım. İlk başlarda yüzüyor gibiydi ama benim sessizliğimden şüphelenen annem beni çağırmıştı ve ben de bu çağrıyla birlikte hemen içeri koşmuştum. Geçen seferki tavşan maceram hüsranla sonuçlandığı için bu sefer içimde suçluluk hissi oluşmuştu ve çağrıldığım anda hemen gitmem doğal bir davranıştı. Başka bir şey için çağrıldığımı anlamış olmanın verdiği rehavet ile bir süre balkondaki deneyi unutmuştum ve hatırladığım anda koşarak bidonun yanına vardım. Tavşan kıpırdamıyordu sessizdi ve ben de onu çekip dışarı aldım. Öylece uzanıyordu hiçbir hareket yoktu. Ölümü bu kadar yakından ve kendi elimden tatmak bende korkuyla karışık pişmanlık duygusuna sebep olmuştu. Onu orada bırakıp uzaklaşmıştım. Suçluyu bulmaları uzun sürmedi. Fakat artık iyice anlamıştım tavşanlar ne uçar ne yüzer tavşanlar sadece yürür bazen de zıplayarak koşarlar. Küçük yaşta olduğum için bu yaptıklarımdan ötürü azarlansam da aşırı tepkilerle karşılaşmamam benim hayvanlara karşı kin duyarak daha kötü şeyler yapan birisine dönüşmeme engel oldu. Sonrasında da yine tavşanlarım ve başka hayvanlarım oldu ama onlara karşı artık bilinçli davranıyordum. Fakat böcekler öyle değildi: Kimse bir böceğin yaşamını umursamıyordu. Onların ölü ya da diri hiçbir değeri yoktu. Bu onları araştırmamda bana daha çok fırsat sağlarken bir yandan da onların bu kötü kaderine duyduğum sempatiden ötürü beni onlara yaklaştırıyordu. Çekirge toplama işi bir süre sonra bana yeterli gelmemişti. Çeşit çeşit, boy boy çekirge vardı ama onlar hakkında her şeyi öğrenmiştim ve artık gözüme sıradan geliyorlardı. Yeni canlılar arayışım aşağı mahallenin derinliklerine doğru devam etti. Evimizin bahçesine ekmek için tanıdığım meyve ağaçlarından olan erik, kayısı, elma, şeftali fidanları sökerek toplama işine koyulmuştum. Söktüğüm kendiliğinden çıkma bu fidanları bahçeye dikiyor, her gün suluyordum. Her yeni fidan arayışımda aşağı mahallenin o böğürtlenlerle kaplı orman arazisine biraz daha yaklaşıyordum. Oranın gizemi beni benden alıyordu ama henüz oraya girecek cesareti kendimde bulamamıştım. Bir süre sonra bu ağaç toplama işi devam ederken kendi bahçemi yapma fikrini geliştirdim. Boş evlerden birinin önüne - yanıma kafaladığım birkaç arkadaşımı ve keser, kürek gibi araç gereçleri de alarak- bir bahçe yapma işine giriştim. Artık topladığım fidanları buraya getiriyordum bazen sebze fideleri de buluyordum ve hatta tohum ekerek yetiştirme işine de girmiştim. Kamışlardan ve boş şişelerden bir sulama sistemi kurmuştum. Bir iki hafta içinde bahçe projemin başarısını kutlayacak hale gelmişken mahallemizdeki diğer çocukların farkına vardım. Yaptığım şeyleri bozmak isteyen, saçma bulan hatta yapmama engel olmak isteyen kişiler vardı. Anlam veremediğim ve sevmediğim bu davranışların sahiplerinden şüphelendiğim bir ayaklama sonucu bütün bahçem dağılmıştı. Bahçe işi yatınca içinde merak duygusu olan birkaç arkadaş belirledim ve onları aşağı mahalledeki ağaçlık alana girmeyi ikna ettim. Böğürtlenlerin arasında sanki labirent gibi kalmış bir yoldan içerilere doğru ilerledik. Burası çukurca bir yerdi bu sebepten ilerledikçe çevremizde sadece yeşillikler kalıyordu ve kendimizi fantastik bir dünyaya adım atmış gibi hissediyorduk. Kurbağa seslerini takip edince ortada her yeri yosun tutmuş çok eski, taştan örülü bir havuzla karşılaştık. Havuzun bir yanı kırıktı, sağ yanımızdan ince ince süzülen su; havuzun anca dibinde yarım metre kadar su biriktirebiliyordu. Kırık yerden taşan su ise ilerdeki yeşilliklerin arasına doğru gidiyordu. Bu ömrümde gördüğüm en ilginç yerlerden biriydi ve bende büyük bir heyecan uyandırmıştı. Biraz etrafa bakınca suyun hemen dibimizdeki küçük bir mağaradan ince ince aktığını gözlemledik. Mağara anca küçük bir çocuğun girebileceği boyuttaydı ama oraya değil girebilmek o an için yaklaşmak bile bana korkutucu geliyordu. İlk gezi için bu kadar heyecanı fazla bulmuş olacağız ki hemen geri dönüş yoluna koyulduk. Gerçekten de ne kadar gizemli ve zevkli bir yolcuk olmuştu benim için. Bende bu kadar heyecan uyandırmasının bir diğer sebebi ise dedemin kütüphanesinden aşırdığım ve o aralar okuduğum bir kitaptan bayağı etkilenmiş olmamdı. Bu kitapta yer altındaki dehlizlerden gizli mağaralardan efsanevi yaratıklardan eski yapılardan kısacası her türlü gizemli şeyden bahsediliyordu. Kitabın yazarının yabancı bir ismi olması da ayrı bir gizem konusuydu benim için. Sanki kimsenin bilmediği içinde çok büyük gizemler barındıran, gizemli bir kitabı ele geçirmiştim. Dönüş yolunda karşılaştığım dev rengârenk örümcek ile de böcekçilik maceramın yeni bir boyut kazanacağını anlamıştım. Sonraları aynı arkadaş grubum ile buraya gelmeye devam ettik buradaki bataklık hayatı beni çok cezbediyordu. Aynı oranda diğer arkadaşlarımı da cezbediyor muydu bilmiyorum ama onlar bir süre sonra buralara gelmeye benim kadar hevesli olmadılar. İşte o zaman anladım ki tek başıma yaptığım keşifler artık bana keyif vermeyecekti. Birileriyle paylaşmam gerekiyordu. Normal çocukların yaptığı gibi top oynama, saklambaç gibi oyunlara dâhil olarak bir şekilde onları yeniden ikna etmeye çalıştım. Öncelikle kendi ilgi alanım olan ve onların da ilgisini çekecek işler denedim ama böcekçilik tutmadı. O zamanlar torpil, kız kaçıran, çataçat hepsi bakkallarda, kırtasiyelerde bolca bulunuyordu. Bunları patlatmak da taso ile oynamak, deprem yönetmeliğine aykırı inşaat kumlarından deniz kabuğu toplayıp çarptırmak, oyuncu kartlarıyla ve gazoz kapakları ile oynamak gibi faaliyetlerin yanında yaptığımız işlerdendi. Bir süre sonra bunların içindeki tozların asıl patlayıcı madde olduğunu keşfetmem ile füze ve bomba yapma işlerine giriştim. Artık küçük kutuların içinde yaptığım karışımlarla mahallede terör estiriyordum. Patladığında sokaktaki bütün arabaların alarmlarını çalıştıracak kadar etkili olanları vardı. Bu başarı ile kendi çılgınlıklarıma dâhil edebileceğim bir çevre yapmıştım. Patlayıcı işinden yine diğer insanları fark etmem ile biraz uzaklaştım. Hangi deneyin ne ile sonuçlanacağını anlayacak yaştaydım ve kertenkeleye torpil bağlamak hiç de bilime hizmet edecek mantıklı bir deney değildi. Sonucu kestirilebilirdi ve yapmak vicdanen suç işlemekti. İkna edemedim… Don lastiği ve ağaç dalından yaylar yapıp uzun ve ince otlardan da ok üretip yeni bir oyun olanağı sağlamıştık. Bu okların ucuna gazoz kapaklarını ezip yerleştirdiğimizde daha etkili oluyorlardı. Artık herkesin kolunda bir yayı elinde birkaç da oku vardı. Bu işi gerçekten sevmiştim kendi ilgi alanlarımda işler yapıyorduk ve bunu birileri ile paylaşıyor olmaktan çok mutluydum. Bu yay işi tutunca aşağı mahalleye seferler düzenleme mevzusuna tekrar yöneldim. Yaylarımızı gererek ilerliyorduk ve havuzun oraya gidip bu gizemli yerde savaşıyorduk. Ben bu gezilerde bataklık yaşamını inceleme fırsatı buluyordum ve bataklıkta şimdiye kadar görmediğim çok değişik türler vardı. Su akreplerini ilk gördüğümde çok korkmuştum onları gerçek akrepler gibi tehlikeli sanmıştım ama okul kütüphanesindeki böcekler kitabından öyle olmadıklarını öğrendikten sonra onlara karşı merakım iyice arttı. Akreplerden korkuyordum çünkü daha küçük yaşlarda köyde zehri kuvvetli bir akrep tarafından sokulmuş günlerce hasta yatmıştım. O zamanlar oturduğumuz eve taşınırken kırılan akvaryumu silikon tabancası ile babama onarttırdıktan sonra içine biraz kum, toprak ve bitki koyup az bir kısmını su ile doldurdum. Bir bataklık ortamı oluşturmak istiyordum. Diğer arkadaşlarım gelmese de ben tek başıma gidip buradan bu canlıları toplamaya başlamıştım. Su akrepleri, karidesleri, pireleri, yusufçuk böceğinin örümceğe benzer larvaları derken akvaryumum gerçekten benim için güzel bir uğraş olmuştu. Artık neredeyse her gün gidiyor yeni canlı arayışına giriyordum fakat yine tek başıma kalmıştım. Birkaç defasında havuza gittiğimizde az aşağıdaki suyun gittiği yöndeki tarlanın sahibi olduğunu bildiğimiz “sağır” kod adlı adamın bizi kovalamasından ötürü onların da hevesi kaçmıştı. Akvaryumum tamamdı ama birilerine de göstermem lazımdı. Bu sebepten arkadaşların yanına gittim ama o zaman kız diye bir şeyin farkına vardım. Mahalleye kızlar taşınmıştı ve bizim arkadaşlar onlarla takılıyor peşlerinden ayrılmıyorlardı. Yakar topları batsın… Bu benim çalışmalarımı gerçekten sekteye uğratacak bir durumdu. Anlamsız hiç eğlencesi olmayan şeyler konuşulup komik olmayan şeylere gülünüyordu. Hemen bir çözüm üretmem gerektiğini anlamıştım. Eski oyuncaklarla ve cihazlarla yapılabilecek o kadar çok şey olduğunu evin bodrumuna girdiğimde keşfettim. Onları parçalayıp içlerinden motorlarını mıknatıslarını söküyor yeni icatlar yapmak için uğraşıyordum. Bu uğraşıma arkadaşlarımı da dâhil ettim, el birliği ile sökülmedik parçalanmadık oyuncak eski ıvır zıvır bırakmamıştık. Pervaneler ile helikopter yapma denemeleri, mıknatıslar ile kendinden giden arabaları ekonomiye kazandırma çabaları, voleybolun icadı kadar ses getirmedi. Arkadaşların ilgileri yaşları büyüdükçe başka şeyleri merak etmeye kayıyordu. Bu merakları da onları başka hayallere götürüyordu. Yine kendi hayal dünyamda tek başıma kalacak gibiydim. Bodrumdan en son ne çıkartabilirim diye bakınırken büyük bir çivi buldum. Tabi murç olduğunu sonradan öğrendim; yeni bir fikir ve çamaşır ipleri ile dağcılık macerasına doğru yelken açtık. Aşağı mahalle bu işler için uygun bir yer değildi. Artık oranın bir başka mahalle olmadığını sadece bir alt sokak olduğunu da anlamıştık. O zaman keşfedilecek daha birçok sokak vardı ve biz de böylece rotamızı doğuya çevirdik. Yabancı çocukların sokaklarından geçtik bilinmeyen evleri arkamızda bıraktık ve nihayetinde sırtımızda çapraz taktığımız yaylar, belimizde çamaşır ipi ve murç, çıkınımızda yarım ekmek arası zeytin, domates, peynir ile dağlara ulaştık. Burası henüz imar edilmemiş engebeli, kayalık bir yerdi. Bir süre maceralarımızın ana üssü burası olacaktı. İlk önce bir çevreyi tanıma araştırması yaptıktan sonra çaktığımız murçlara bağladığımız çift kat çamaşır ipi ile dik yamaçlarda sallanarak bir aşağı bir yukarı tırmanıyorduk. Dağlar açık bir araziydi yakın çevrede evler vardı ama bu topraklar henüz keşfedilmemiş bir hazine gibiydi bizim için. Her gün dağlara gitmeye başladık burada hem tırmanış yapıyor hem kargaları kovalıyor hem de çevrede ilginç şeyler bulmak için araştırma yapıyorduk. Bazen eski bir yağ tenekesi bulup kendimize hedef yapıyorduk bazen kablolar teller bulup yeni yapacağımız icatlarda kullanmak için saklıyorduk. Bir keresinde içi beyaz minik minik toplarla dolu bir poşet bulmuştum. Bu şey gerçekten ilgimi çekmişti ve o akşam evdeki kimya deneylerimde bu maddeyi kullanmak için yanıma aldım. Ablamın envai çeşit parfümlerinden, evdeki renk renk deterjanlardan elde ettiğim bileşiklerle yaptığım deneyler akşamları evde otururken uğraştığım bir çalışmaydı. Bir keresinde eski ilaç tüplerine doldurduğum kimyasalları ağzını kapatıp salladıktan sonra tüpün kapağının “pot” diye beş metre uzağa fırlayarak açılması ve içinden köpükler fışkırması çok hoşuma gitmişti. Parfümlerin karışımdan elde edeceğim bir asit çok değerli olabilirdi. Bu sebepten yeni karışımımda dağlardan bulduğum maddeyi de kullanacaktım. İçine döktüm ve çalkaladım sonuç inanılmazdı. Tüp bir anda ısınmaya başlamıştı hemen anneme koştum “anne bak ne yaptım tüp ısınıyor,” derken kapak fırladı halıya bir kısmı döküldü kalanını hemen hızlıca bahçeye attım. Halının ortasında el kadar bir delik oluşmuştu. İyi azar yedim ama buna değerdi. Benim için bir simyacının felsefe taşını bulması kadar değerli bir buluştu. Uzun yıllar o maddenin ne olduğu bende gizemini korudu ve hayatımda böyle gizemler olması beni mutlu ediyordu. Geçen sene evde lavabo tıkandı ne yaptıysak açamadık sonra alelade bir bakkaldan cüzi bir fiyata lavabo aç aldım. Minik beyaz toparlakları lavaboya yuvarlayıp onların orada kaynadığını görünce ben de bir şey dank etti. Hayatımdaki gizemlerin yok olmaya başlaması ise daha eskilere dayanıyordu. Dağlarda dozerler geziyordu, bir istimlâk çalışması sürüyordu. Aşağı mahallede sağır tarlayı satmış oraya da inşaat araçları gelmişti. Hatta onun tarlasının hemen yan kısmında bulunan tarihi kalıntılar olduğunu benim bile anladığım koca kayalar götürülmüş oradaki dikili taş benzeri örme yapı da yıkılmıştı. Tarlanın yerine bir özel kolej yapılacak, havuzun orası ise önce fidanlık yapılmak için bütün ağaçlar kesilecek(!) sonrasında ise fidanlıktan da vazgeçilip kültür merkezine çevrilecekti. Çocukluğum için değerli ve gizemli olan ne varsa eski İstanbul’dan geriye kalmış değersiz -para etmeyen- güzellikler, su akrepleri, helikopter böcekleri, dev kertenkeleler, garip örümcekler hatta yılanlar hepsi şehrin tarihine gömüleceklerdi. Tabi oradaki mağaraya hiçbir zaman girme cesaretini bulamadım sadece içeriye doğru birkaç adım atıp sonsuz karanlığa göz kırpmıştım. En azından orası hala benim için gizemini korumaktadır. Bütün gizemler bir bir gelişim ve teknoloji ile yok olurken çocuklukta okuduğum o yabancı yazarı olan garip kitabın gizemi de yine benim için yakın zamanda çözüldü. Geç haberim ve dâhili olduğum bir oluşum olan FABİSAD hakkında ilk duyumu “Gio Ödülleri” hakkındaki bir yazıdan gördüm. Fantazya diyor, bilim kurgu diyor, kitap diyor, tamam işte benim kafa adamlar “iliş” diyip derneğe üye oldum. Benim hayal gücü kaynağımda yaşanmışlıklar diğer kaynaklardan daha etkili olduğu için “Giovanni Scognamillo” ismi “İstanbul Gizemleri” kitabının üzerinde yazan yabancı yazarın ismi olduğunu ve çok sevilen bir yazar olduğunu anca bu ödülleri duymamla öğrendim. Benim için bir gizem daha aydınlanmış oldu. Hatta Gio Ödülleri’ne gidip kendisi ile resim çektirme fırsatım oldu. Yaşımın ilerlediği çevremdekileri ilgilerime çekmeyi artık beceremediğim zamanlarda ben de ya onlara uydum ya da kendimi atari ve sonrasında bilgisayar ile meşgul ettim. Zaten ilkokul bitmiş ortaokul başlamıştı ve yavaştan beynin bulandığı ergenlik çağlarına gelmiştik. Artık böceklere kız ismi vermeye başlayınca böcekçiliği de bıraktım haliyle. Benim de artık eskilerim vardı; eskiden yaptığım şeyler, eski arkadaşlar, eskiden gittiğim yerler… Son bir kez havuzun oraya gitmek için bir sebep buldum kendimde ve artık daha uzun olan ayaklarımla kısa sürede ulaştım. Hiçbir şey eskisi gibi değildi kolejin inşaatı başlamış birkaç kat çıkmışlardı. Havuzun suyu kurumuş kurbağa sesleri duyulmuyordu. Ağaçları zaten kesmişlerdi. Böğürtlen çalıları bu sefer hiçbir yerimi çizmedi çünkü yoklardı. Burası bana artık ne büyüleyici geliyordu ne de bir gizemi vardı; çöplük gibi bir yer olmuştu. Biraz ilerleyip inşaat alanına doğru yürüdüm. Yerlerde kalıp tahtaları, paslı çiviler, demirler yatıyordu. Balçık gibi toprak ayağıma yapışıyordu. Gözlerimi kısarak bu yozlaşmış yere bir kez daha bakıp dönecektim ki önümdeki su birikintisinin içerisinde içinin dolu olduğu belli olan bir çuval gördüm. Suyun yüzeyinde yarı yüzer vaziyetteydi. Elime uzunca bir sopa aldım: Bir yandan suya kayıp düşmemek için sağlam dururken bir yandan da çuvalı kendime doğru çekmeye çalışıyordum. Çuval az yaklaşınca ağız kısmını sopayla dürterek açtım, içerisinde saça benzer bir yüzeyi fark ettim. Bir anda içimdeki merak duygusu heyecanla birlikte patlama yapmıştı. Yeniden bir gizemin içine sürükleniyor olmaya seviniyor bir yandan da korkuyordum. Çünkü önümde sopanın ucunda çuvalın içerisinde bir şey vardı. Acaba bu insan kafası olabilir mi diye düşününce ürkerek sopayı geri çektim. Bir kedi yanımdan hızlıca koşup geçti. Ardından karşımdaki son kalan ağaçlardan birinden karganın teki gaklayarak uçtu. Belki o anda yüzüme esen rüzgar olmasa tereddüdüm bu kadar uzun sürmezdi ama beynimdeki bazı karşılaşmalar benim korkmama sebebiyet veriyordu. Köyde ağabeyimle birlikte yaşadığımız bir macerada; definecinin tekinin kazıp terk ettiği eski bir mezarın içine girip ne var ne yok diye heyecanla bakmıştık. Pek bir şey yoktu sadece örülü bir duvar vardı. O gün orada iki metre kadar kazılı toprağın içine girip de kafamı dışarı çıkardığımda yazı yabanda bir kedinin yamacımdan koşarak geçtiğini gördüm. O an bu kedi ne geziyor bu dağın başında diye düşünmüştüm. Gece olduğunda ise sıcaktan uyunmuyordu; pencereler açıktı. Her ne kadar böceklerle aram iyi olsa da Malatya’da nal kadar böcekler ile uyumaktan hiç haz etmiyordum. Antenleri kendinden büyük kara kara, asker pabucu gibi ayakları ile rap rap yürüyen pek sevimsizler, tıs tıs ses çıkartan mayıs böcekleri, bildiğimiz bok böcekleri, firavun böylesini görmedi çekirgesi, el kadar sarı omar derken insanda böcekçilik de bir yere kadar arkadaşım diyor. Lakin o gece beni korkutan böcekler değildi. Yazın sıcağında üstümde ne varsa atmıştım; yarı çıplak yatıyordum; pike bile kendini atmış kenarda duruyordu. Belki daldım dalmadım camdan içeriye gündüz gördüğüm kedi atlayıp tırnaklarını vücudumu geçirdi. Nasıl hopladığımı bilmiyorum kediyi enseden yakaladığım gibi dışarı attım. Bir daha o mezarın oraya gitmedim. Yanımdan hızlıca geçen kedi bende o günü çağrıştırmıştı. Bir de bizim sokakta vefat eden bir teyzenin cenaze arabası sokağa girdiğinde kargaların önden bir rüzgarla uçuştuğu anın görüntüsü gözümün önüne gelince elim ayağım boşaldı. Fakat bu gizemi çözme isteği bütün korkularıma ket vurmamı sağladı. Sopayı tekrardan sıkıca kavradım çuvalın açılmış kısmından biraz daha zorladım. Yavaş yavaş çuvalın ağzı çözülüyordu ve o anda çuvalın içerisindekini görmeyi başardım. Bu bir köpekti. Birisi onu çuvala koyup o su birikintisinin içerisine ölsün diye atmıştı. Hemen oradan uzaklaştım, geride bıraktığım şey masumane değildi orası zaten benim geçmişime kazıdığım yer de değildi. Eve gidip o köpeği düşündüm, sinirlendim. Neden insan böyle bir şey yapar diye sorguladım. Geçen gün; evlendikten sonra taşındığım kendi evime doğru yürüyüşteyken eskilerden yadigar bir boş arsanın yanından geçiyordum. Yanından geçmek bana yeterli olmadı ki içerisinden gitmeye karar verdim. Eski dostlar çekirgeler hopluyordu, bir iki yaramaz kertenkele kafasını çevirmiş beni gözlüyordu. O sıra az ilerideki bir alanda siyah renkte bir su birikintisi gördüm. Simsiyah aynı petrol gibi bir su vardı ama hareketliydi. İyice yaklaştım bunların bir rezervuar dolusu su içerisinde son çırpınışlarını yapan, toprakla birlikte kuruyacak pek de irilmemiş başlar olduğunu fark ettim. Binlerce kurbağa yavrusu güneşin buharlaştırdığı suyun içerisinde haşlanıyor ve boğuluyorlardı. Sonları belliydi, elimden onlar için hiçbir şey gelmezdi. “Şu küçük dünyaya sıkışmış insanoğlu da önce diğer canlıları tamamen yok edecek sonra da kendi kalabalığında boğulacak,” diye düşündüm ve bende bir kanı oluştu. Bir havuz yıkılmış orada yaşayan canlılar ölmüş, öldürülmüş, bir tarih yok edilmiş bunların hiç birinin bir gram daha nefes almak için çırpınan canlı için önemi yoktur. İster bir su birikintisi olsun, ister bir çuval, ister insan eliyle olsun ister doğanın gücüyle insanoğlu kendi kendini yok edecektir ve bir tek hayal dünyamız baki kalacaktır. Çocukluğumuzda yaşadığımız her şey -bu bir keşif ya da yıkım olabilir- bizim hayal gücümüze kaynak olabilecek olaylardır. Hayal gücümüzü de geleceğimizi görmek ve şekillendirmek için kullanabiliriz böylece gerçeğin de ötesindeki gerçekleri görebiliriz. Özgür ve gelişmiş bir hayal gücü için çocukların hayal kurmasına izin vermeliyiz. Bu çok zor değildir: Bazı şeyleri bilmek yeterli olur. Tavşanlar uçamaz, yüzemez; köpekler de uçamaz ama yüzerler. Köpekler iyi yüzücülerdir, çuvalda olmadıkları zaman…

#hayal

#hayal_gücü

#çocukluk

#insan_beyni

#geçmiş

İlk Yayımlanma » 30.06.2013
Yayımlandığı Yerler » zabkaf.tumblr.com