Uçuk yeşil simaların yoz pembe hayallerinde, pençe yaralı kurtlar can çekişiyordu. Çiftçinin çiğ etle besleyip -iyice hırçınlaşsın diye- kulaklarını kestiği çoban köpekleri saldırmıştı onlara. Kurtlar sürüden koyun kaldırma peşinde değillerdi; aslında aç da değillerdi. Onlar özgürce gezdikleri ormanlarında saygı duydukları geyikleri, ceylanları avlıyorlardı. Çiftçi, verimli toprak hasretine düşüne kadar bu düzen böyle sürmüştü. Çiftçinin çektiği çitlerle parça parça bölmek istediği bir Ormanlı bölge vardı. Bir gün traktörünün arkasında bir römork eşya ile arada bir gezginlerin usul usul geçtikleri patikadan gürültülerle gelmişti çiftçi. Hem kendi duman soluyordu hem de traktörü. Duman ve gürültü kirliliği ilk andan cıvıldayan rengarenk kuşların kaçışmasına sebebiyet vermişti. Çiftçinin onları kovmak için hiçbir gayreti olmamıştı. Çiftçinin eşi ve çocukları vardı, yaşlı bir babası da vardı hepsinden daha çok sevdiği ise iki namlulu çifteli dediği tüfeğiydi. Baltasını da seviyordu ve hatta ilk onu eline alıp ormana doğru yöneldi ve asırlık ağaçları kesmeye koyuldu… Çok mu zaman geçti ya da o günden sonra zaman hiç geçmedi mi bilinmez ama gözü doymak bilmeyen çiftçi için zamanın bir önemi yoktu. Onun için daha çok toprak, daha çok ekin, daha çok baş ve tabi daha çok para önemliydi. Bu yolda ne gerekiyorsa onu yapmak hiç de çekinceli davranacağı bir iş değildi. Hep daha çoğu için çabaladı durdu ve yine çabaladı. Ertesi gün yine ve bir gün öldü. Fakat çiftçilik bir maskeydi; kendinden sonra büyük oğlu Bop taktı aynı maskeyi ve o da babasının yolundan devam etti. Kurtlar endişeliydi çiftlikten, kuşlar neşesizdi eskiye nazaran, böcekler ezilmemek için mücadele ediyordu, geyikler kurtlardan gördüğü saygıyı bekliyordu, deredeki balıklar habersizdi her şeyden, koyunlar gaipten gelen kaval sesleriyle uyuyordu, ağaçlar ölüme göz kırpıp yaşama iç geçiriyorlardı, çiçekler arılara dert yanıyordu, endemikler yabani otluğa evrilmişlerdi. Fakat çiftçinin çöpünü karıştıran çakallar, bahçesini talan eden domuzlar, kümesini patlatan tilkiler, evinde gezinen fareler ve bok böcekleri bu durumdan hoşnuttu. Çiftçinin oğlu çizgi roman diye bir boş meşgaleye tutulmuştu. Çiftçi çok memnuniyetsizdi onun böyle hayali yani maddi değeri olmayan uğraşlara kendini kaptırmasından. O ormandan daha çok pay almak istiyordu onu daha çok parçalamak, daha fazla toprak koparmak istiyordu. O da kendinden öncekiler gibi dahaların adamıydı, bunun günahını da ormana saldığı keçilerin boynuna atmak istiyordu. O verandasında oturuyor yaptığı büyük çiftliği seyrediyordu. Hoşuna en çok gidense bazen çiftlik içinde bazen de ormana doğru at koşturmaktı. Bu gezilerinden kafasında birçok yeni planla ve ağzında korkutucu fayda sözleriyle geri dönerdi. Geri döndüğünde oğlunu tavukları, tavşanları beslemek yerine çizgi roman okurken bulursa ona temiz bir dayak atmak günün bütün stresini üzerinden alırdı. Çocuğun okuduğu çizgi romanlardan birinde Hulk diye bir canavar vardı. Çoğu zaman sessizdi ama sinirlenince akıl almaz bir güce kavuşuyordu. Bu Hulk, kimleri yerden yere vurmamıştı, kimleri yumruğuyla devirmemişti ki… Çiftçinin bütün her şeye sahip olma hırsı bazen sevmediği böceklerin ekinlerine yaptığı zararların getirdiği öfke ve intikam duygusunun gerisinde kalırdı. Böyle durumlarda kuşlara sıktığı saçmalardan pişman dahi olurdu. Bazen öyle olurdu ki domuzlara sinirlenip kurtlara hasret kalırdı. Evinin çevresine diktiği çiçekler hiçbir zaman buraya ilk geldiği çocukluk zamanında gördüğü çiçekler gibi parlak ve güneşe bakan olmamışlardı. Sonunda çok büyük bir çiftliği vardı ama derdi tasası hiç bitmiyordu. Ormanın sesi uğuldamıyordu artık kulaklarında ne de cırcır böcekleri söylemiyordu şarkılarını. Dal kımıldamıyordu baktığı yerlerde sadece boğuk bir çığlığın yankısı vardı belli belirsiz. Çiftliğe bir gün yıldırım düştü ve her şeyle birlikte çiftçinin kartlaşmış bedeni de yandı. Oğlu terki diyar eyledi. Bir harabe kalmıştı çiftçiden geriye ve eskiden bu topraklarda yaşayan hiçbir canlı artık orada yaşamıyordu.