İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru iki tane atom bombasını Japonya’ya attıklarında bütün dünya bu bombaların felaket gücüne tanık olmuş oldu. Tabi bu dünyaya yetmiş değildi: egemen güçler daha fazla daha güçlü nükleer bombalar yapmak için çabaladılar. Seninki daha büyük, benimki daha büyük derken nükleer silahlanma moda haline geldi. Soğuk bir savaş sürüyordu, nükleer başlıklar taşıyan füzeler milyonlarca insanın yaşadığı şehirleri hedef almıştı. Böyle bir dünyada akla gelen ilk düşünce “nükleer kıyamet” oluyordu. İnsanlık her an ortaya çıkabilecek bir savaşın tedirginliğini yaşıyordu bu da psikolojik olarak karamsar bir toplum meydana getiriyordu. Bu dönemde geleceğe yönelik öngörüler burada emlak patlar şeklinde değil Tzar gibi bir bombayı at şu ortaya yarın her yer çöl şeklinde oluyordu.
O dönemin çocukları seksenli yıllara doğru karamsar ruh hallerini dışa vurma eğilimi gösterdiler. Punk kültürü baş gösterdi, müzik anlayışı değişti, metalik sesler kulaklara isyan çığlıkları gibi gelmeye başladı. Normalde bir şeye tepki olarak bir zıtlık beklenir. Dünya savaş ölüm yıkım derken tepki olarak barış, ot, çiçek, böcek denir. Tabi bu gerçek bir savaşın, ikinci dünya savaşının çocuklarında böyle olmuştu hippi yaşam tarzı ortaya çıkmıştı. Fakat 50’li yılların çocuklarının baskın kültürü öne çıktığında soğuk savaşın normal bir savaştaki gibi tepki doğurmadığı görüldü. Dünyanın başına geleceklere bir kabullenilmişlik görülüyordu. Tabi her zaman umut vardı. Dünya yok olmanın eşiğine gelmiş olsa da insan her zaman umut ediyordu. Nükleer felaketin yaşandığı milyarlarca insanın öldüğü kaynakların ve medeniyetin yok olduğu içecek suyun bile çok zor bulunduğu bir dünyada bile umut vardı. Yaşama umudu, ama bir yandan da isyan duygusu… İsyan çünkü savaşlar olmasaydı sonuç bu olmazdı. Sonucun ne olacağını barış çığırtkanlığı bize gösteremezdi yıkımı bire bir göz önüne sermek gerekirdi. George Miller’ı Çılgın Max’i çekmeye itenler bunlar mıdır bilemiyorum ama etkisi olduğunu düşünüyorum.
Seksenlerde çıkan filmler bizi derinden etkilemişti. Şimdiyse Fury Road ile bir kez daha felaket dünyasından hızlı bir soluk çekerek “What a lovely day!” diyoruz. Mel Gibson’u Mel Gibson yapan film Mad Max şimdi de yan rollerin adamı Tom Hardy’i Max rolüyle yeni bir sessiz derin olarak karşımıza çıkarıyor. Tom Hardy tabi bunu duyunca koşa koşa sete gelmiş olsa da filme bakınca Max’i bir başrol kadar etkili göremiyoruz. Filmdeki diğer karakterler kadar önem arz eden en çok onlar kadar kahraman buna rağmen onlardan az konuşan bir karakter. Adıma film çekmişler ama konu mankeni gibi kalmışım cümlesini kurmaya bile üşenen bir tip Max. Zaten film öyle hızlı ilerliyor ki kimse oturup da iki lafın belini kıralım diyemiyor. Nicedir seyrettiğim en tempolu filmdi. Sürekli patlayan çarpışan arabalar görmek akşam haberlerine insanın bağışıklığını arttırıyor.
Tek kolu mekanik olan İmparator Furiosa karakterini Charlize Theron oynamış iyi de becermiş ama neden İmparator yerine İmparatoriçe olmadığı, saçını kazıtmasından ve kamyon şoförü olmasından mıdır bilmiyoruz; bildiğimiz tek şey Çılgın Max dünyasında kadının adı yok. Anne sütü diye bir kaynak olması, kadınların fabrikasyona alınması kolonici Joe’nun hizmetlerinden sadece birkaçı. Valhalla için bilet ayarlaması ve koloni su işlerinin başında olması ise onu piyasada aranan adam yapıyor. Tabi liderliği menfaat ilişkisine dayalı olduğu için sonu da hiç hayırlı olmuyor. Bir de kamyon üzerindeki müzik grubu demeye dilimizin varmadığı ama yine de kendi çapında bir oluşum olan ekip var. Bunlar kimin torpillisidir! Yani böyle bir dünyada sen gel gitarı al teline rastgele iki vur, millet; mızrakçı, arabacı, makineciyken sen bu işle havanı at. Bu da yetmiyor ya, gitara benzin pompasını bağlamış püskürte püskürte attırıyor. Yarın yokmuş gibi benzini böyle israf etmek de nedir?
Filmin geçtiği ortam kum, taş, kaya olmak üzere tamamen vitaminsiz -wasteland- bir yer. Görsel efektlerden fırsat bulup da çevreyi gözlemlediğimde buranın Sivas olabilme ihtimali kafama yattı. Konu olarak da Sivas / Suşehri’nden Malatya / Yeşilyurt’a doğru bir kaçış rotası izleyen ablaların Muhtar Ölümsüz Joe tarafından takip edilmesini izliyoruz diyebiliriz. Sivilde mesleği mankenlik olan ama filmde damızlık olarak tutulan hatunların köyden ssk, yemekler ve mazot fiyatlarını öne sürerek kaçma girişiminde bulunması filmin de başladığı nokta oluyor. Eski fimlerden de alışık olduğumuz gibi sanayide modifiye edilmiş araçlarla yollara düşüldüğünde amansız bir kaçış başlıyor. Çevre köylerden de gelen eş, dost, kirve gibi gruplarla iyice ortam şenleniyor. Tipiyle ben buradayım diyen Ölümsüz Joe (ilk fimde de oynayan Hugh Keays-Byrne canlandırmış) yetmezmiş gibi envai çeşit adam bir tanker dolusu kızı kovalama işine gönüllü oluyor. Tip demişken filmdeki tipler gerçekten yaratıcı olmuş ve bize seksenler üzerinden esen post-apokaliptik havayı verebiliyor. Eski Max fimleri ile Borderlands oyunundaki Punk birleşmiş gibi; bu bumerang etkisinden mütevellit birleşimse gayet güzel sonuç vermiş… Tamamen tıpkıçekim bir film diyemeyiz. Kurgu aynı ama olaylar değişik ilerliyor. 2015 senesi suskun başladı birkaç aylık kıtlıktan sonra perdelere güzel fimler düşmeye başladı. İzlenmesi keyifli ve devam filmleri için beklenti doğuran bir yapım bizlere sunulmuş. Bundan iyisi çölde biber, patlıcan, domatestir. Her ne kadar nükleer bir felaketten korksak da bu felaketin harab ettiği dünyada yozlaşmış halkların oluşturduğu komünleri izlemek-okumak ilgimizi çekiyor. En başta da dediğim ve filmde de vurgulandığı gibi; umut varsa hayat vardır.