╒══►
Dizikitap.com
◄══╛
DZKTP
Liste
Yakınlaştırma
Öykü

Öykü

Kapat

░ Kambur Kam ░

Kambur Kam

Yaşlı Kam bir kayanın üzerine attığı postun üstüne bağdaş kurup oturmuş üç adım önünde ayakta duran küçük dinleyicisine gırtlağından çıkardığı seslerle hayvan taklidi yapıyordu. Arada bir vurduğu tefiyle çocuğun dağılan ilgisini kendisinde toparlıyor ve ilgiyi kaybetmemek için ara ara kollarını vücudunun etrafında çeşitli şekillere sokuyordu. Çocuk bu seslere bazen gülüyor bazen de heyecanlanıp irkiliyordu. Kam, bir kurt uluması canlandırırken tefine hızla vurmaya başladı ve bu ahengi ulumayla birlikte şiddetlendirip son vuruşu sertçe yaparak solan bir çiçek gibi kendi merkezine kapattı kollarını.

Çocuk bu sessizlik karşısında yüzünde yarım bıraktığı gülüşü yavaşça endişe ifadesine çeviren bir ruh haline bürünmüştü. Kamın vücudu merkezine çöktükçe sırtındaki koca bir kamburu andıran kabarıklık belli oluyordu. Kamın boynuna bağladığı ince delikli deriden pelerinin altındaki sertliğin oluşturduğu yükseltiydi bu. Çocuğun ilgisini çekmişti. Poyraz esen rüzgâr Kamın ardı sıra yürüdü. Pelerininin içini doldurdu, cinlerin perilerin dans edip munzurluk yaparak önüne kattığı bozkır esintisi…

Kam birkaç saniye daha sessiz durup kahkaha ile doğrulmayı ve elindeki tefe hızlıca, ritmik bir şekilde vurup eğlenceli nağmelerle çocuğu hem şaşırtıp hem sevindirmeyi planlıyordu. Sırtına çarpan yel kemiklerine kadar işlemiş olacak ki beklemesini erken kesip tefine davrandı. Artık net görmekte zorlanan gözleri çocuğun yüzündeki şaşkınlığı anlamaya yetmişti. Bir sorun vardı: Çocuk eğlenmiyordu. Çocuğun donuk ifadesini belirginleştiren bakışları Kamın -üstünden aşıp- sırtındaki yumruya yönelmişti. Kam nağmelerini yavaşça uzaklaşan rüzgâra emanet edip sesini alçalttı; onun iç dünyasını görmeye çalıştı. Çocuğun eğlenmesi lazımdı ki hep böyle olurdu. Çocuklar Kam’ı dinler, eğlenir sonra annelerine koşar heyecanla anlatırlardı gördüklerini, duyduklarını. Otacılığı bıraktığından beri yaşlılığını çocukları eğlendirerek geçirmek, onların gülüşüyle mutlu olmak tek amacı olmuştu.

Çocuk, “Kam dede! O sırtındaki ne? Kim o?” diye sordu.

Çocuğun soruyu sorarken yaptığı tonlama Kamın belki en derinde olacak kadar köklü ama ilk bulunacak kadar aşikâr anılarını aklına düşürdü. Anılar sanki o an yaşanmışçasına etkili bir şekilde buhran veriyordu. Tabi asıl tesirli olan sorunun şekli değil, kendisiydi. “Kim o?”

Bozkırın daha serin, yeşillerinin daha gür olduğu zamanlarda Kam köyün birine şifa dağıtmak için uğramıştı. İnsanları otadıkça tefine sert vurur, Gök Tanrı’ya şükrederdi. Vücudu diri, coşkusu azgın, dili keskindi. Her gittiği köyde sevgi ve saygıyla karşılanır, halka öğütler verdiğinde kabul görürdü. Köyde dolanmaya durduğu bir vakit, bozkırı ince ince dilimleyen derelerden birinin kenarında çamurla oynayan yedi sekiz yaşlarındaki oğlan çocuğu dikkatini çekmişti.

Çamura eliyle şekil verip oluşturduğu parçaları önündeki uğraşına katıyordu. Kam iyice yaklaşınca çocuğun ilk işini yapmadığını, bir dizi heykelciğe yenisini eklemeye çalıştığını gördü. Kam bu putlara müsamaha göstermezdi. Hışımla adım atıp ilk heykelciğin üzerine ayağıyla bastı. Heykelcik kuruduğu için parçalar saçarak dağıldı. Çocuk bir anda arkasını döndü ve Kam’ı gördü. Kam hiddetle çocuğa bağırdı: “Gök Tanrı’nın bu putları sevmediğini bilmez misin oğul? Kendine gel!”. Çocuk, Kamın ne hiddetini ne de söylediklerini umursamaz gibi atıldı parçalanan heykelciğin üstüne ve onu boş bir çabayla düzeltmeye çalıştı. Kam bu tutuma iyice sinirlendi. Başı dev bir salyangozun kabuğu olan, berk bir ağaç dalından yapılma asasını eline alıp heykelciklere indirmeye durdu.

Çocuk feryadı figan etti. “Kam Baba! Ne yapıyorsun? Yapma!” Bir yandan da son kalan heykele doğru sökün etti, önüne atıldı. Kamın ağaçları dahi deviren sert asası çoktan Gök Tanrı’yı işaret edip heykelciğe doğru inmeye başlamıştı. Çocuğun kolu heykelciğin üstündeyken salyangoz kabuğu topuz iniverdi kuru çamurun ve etin üzerine. Kamın hiddeti, asanın yere inmesinden daha çabuk sönüp ayakları altına inmişti. Gözleri belermiş bir vaziyette önünde kıvranan çocuğa bakıyor ve suçluluk duygusuyla nefes almakta zorlanıyordu. Dumuru çok sürmedi, atıldı acı çeken çocuğun üzerine, kırılan kolunu zor bela tuttu. Belinden çıkardığı bıçakla işini bilen birinin çevikliğiyle baştan sona dildi bir yana eğilmiş ince kolu. Kırılan koldan artık kanlar da fışkırıyordu ama çocuk birkaç saniye önceki acısının büyüklüğünden yeni acısını hissetmiyordu. Yaşlı Kam kemerinden aldığı kesenin ağzını düğümleyen ipi dişleriyle çekip çözdü. Bir eliyle çocuğun kolunu sabit tutmaya çalışırken diğer eliyle kesedeki beyaz tozu kesilen kısma serpiştiriyordu. Keseyi bir kenara bıraktı ve boşalan elindeki parmaklarını çocuğun etine sokup içeride dağılan kemikleri hızlıca birbirine denkleştirdi. Kanayan kol tozun tesiriyle ısınmaya başladığında Kam koltuk altına sıkıştırdığı tefine kanlı elleriyle vurmaya başladı. Elindeki kan, küçük damlalar halinde sağa sola yağmur gibi saçılıyordu. Kam hırıltılı bir sesle içinden de dışından da yakarıyordu. Bu ayin çocuğu biraz olsun sakinleştirdi. Sakinleştiği anda kolunun kesik yerini gördü ve tekrar telaşlandı. Kam daha fazla uzatmadan çıkardığı bir diğer keseden kırmızı renkli tozu yaraya döktü.

“Kemiği iyi ede ak toz, eti iyi ede al toz. Yağmur düşer kuru toprağa, güneş yükselir karanlığa, ataların tinleri yol göstere bana,” diyerek ritüeli tamamladı Kam. Epeydir içinde tuttuğu bir soluğu uzun uzun salıverdi. Çocuğa bakıp onun kara gözlerinden dökülen yaşların serinliğini hissetti. Kendinden geçmiş gibi duran çocuk bir süre bu halini korudu.

Kam ayağa kalktı; cüssesiyle güneşi örtüyor, çocuğa gölge oluyordu. Çocuk koluna korka korka baktı, inceledi, azalan acısıyla olanlara şaşırma fırsatı buldu. Kolunda bıçağın kestiği yerde kalan hafifçe kabarık bir izden başka bir şey yoktu. Parmaklarını rahatça oynatabildiğini, yumruğunu sıkıp-açabildiğini gördü. Bu mucizevî durum karşısında bütün acılarını ve hatta çok değer verdiği heykelciklerini unutmuştu. “Kam Baba sen ne eyledin? Nasıl iyi ettin kolumu?” diye sordu. Kam çocuğa yaptıklarından ötürü pişmandı bu yüzden onun bütün sorularını güneş dağın ardına gidene kadar cevapladı. Onunla yediler içtiler, dere kenarındaki otları incelediler. Kam ona bitkiler, böcekler ve hayvanlarla ilgili küçük sırlardan bahsetti. Çocuk bu sırları can kulağı ile dinliyor, dahası için heves ediyordu. Kam, henüz açmamış, gonca halindeki bir çiçeği avucunun içinde açtırabiliyor; çaldığı ıslıkla uçan kuşlara takla attırıyor, karıncalara nefesiyle yerde daireler çizdirebiliyordu.

Çocuğun ailesi başka bir köydendi ve o köye yapılan kanlı baskında ölmüşlerdi. Vahim olaydan sonra bu köye sığınan çocuk başkalarının yardımlarıyla yaşıyordu. Bu durumu öğrenen Kam, hem pişmanlığının ağırlığı hem de çocuğun ilgi ve merakından ötürü onu yanına alıp kendi gibi bir otacı olması için eğitmeye karar verdi. Otacılar ruhlar konusunda diğer kamlar kadar yetenekli değillerdi. Kam, çocuğun nasıl bir ruhu olduğunu sezemiyordu ama otacılık gibi insanlara yardım etme amacı güden bir ilim ona endişe vermiyordu.

Yıllar yılı köy köy gezip çocukla birlikte insanlara şifa dağıttılar. Bu süreçte Kam bütün bilgilerini çocuğa aktardı. Öncelikli olarak basit bilgileri, otları ve taşları öğretti. Ama iyi eden sır tozları için çocuğun yeterli olmasını bekledi.

Çocuk artık büyümüş, iri yapılı, heybetli genç bir delikanlı olmuştu. Son dersler için Kamın dizinin dibine oturdu, kendine ceylan derisinden bir davul germişti. Tozların sırrını öğrendi ve o da artık bir Kam olmuştu. Son öğütleri aldığında bir dağın dibindeydiler. Genç “Burada bir mağara var. Ağacımı önüne diker, otağımı dibine kurarım.” dedi. Ayrıldılar.

Kam tek başına kaldığında artık yerine birini yetiştirdiği için gönlü rahattı. Bilgilerini aktarmıştı ve bunca zaman boyunca çok sayıda insana yardım etmişti. Artık köy köy gezmek, dağ dağ dolaşmak onu yoruyordu. Bir köye yerleşti ve orada yetiştirdiği bitkilerden iksirler yapıp bunları takas ederek yaşamını sürdürmeye başladı. Kimi günler kapısını otama ve iksir için çalan köylüleri saymazsa evcilleştirip beslediği kartalı dışında kimsesi yoktu. Köylüler ona, bu yardımlarından ötürü yiyecek ve kımız getirmekte cömert davranıyorlardı. Eskisi gibi taş ve mineral aramaya dağlara gitmediğinden elindeki sırlı tozlar azalmıştı. Zaman zaman köyü ziyaret eden başka otacılarda olduğu için çok gerekte duymuyordu. Bu otacılardan hiçbiri yetiştirdiği öğrencisi değildi. Kam öğrencisini merak ediyordu.

Bir gün Güney’e çapul için gitmiş bir birlikten geriye dönen tek bir genç yiğit Kamın kapısını çaldı. Hemen onu içeriye alıp yarasına baktı. Sırtına aldığı bir darbeyle birkaç kaburgası kırılmış, nefes almakta zorluk çekiyordu. Kırılan kemikleri etine battıkça acı hissediyor, inliyordu. Fakat bunca yolu at sırtında gelebilmişti ve kanaması yoktu. Kam elinde son kalan birkaç kullanımlık tozu harcamak istemiyordu. Yiğidi atına bindirdi, kartalını ona rehber olsun diye yanına verdi ve parmağını kaldırıp ötedeki dağı gösterdi. “Şu dağın eteğinde batıya bakan yüzünde bir mağara vardır. Önünde bir ağaç ve otağı göreceksin. Orada benim öğrencim vardır, o sana yardımcı olur. Benim ilaçlarım tükendi ama onda vardır. İyileşince bana ondan haber getir.” dedi ve atın ardına şaplattı. Kam, at hızla yol alırken yiğidin döneceği zaman için sabırsızlanır olmuştu. Öğrencisinden bir haber almak, merakını gidermek onu rahatlatacaktı. Bu sabırsızlığı saatler ve ardından günler geçtikçe iyice arttı. Yiğit gideli üç gün olmuştu ama ne gelen vardı ne giden.

Kam artık endişe eder vaziyetteydi. Yiğidin başına bir iş mi geldi yoksa öğrencisine bir şey mi oldu bilemiyordu. Sabrının tükendiği anda asasını alıp yola koyuldu. Belki de yiğit kendini ziyaret etmeyi unutmuştur diye düşünerek iyi şeyler umuyordu. Yolu bu düşüncelerle bitirip dağa vardı. Mağaranın önünde büyüyüp yeşeren ağacı gördüğünde adımlarını hızlandırdı. Ağacın dibine geldiğinde gördüğü sahne dehşet vericiydi. Otanmaya yolladığı yiğidin kolları ve bacakları eklem yerlerinden koparılarak ayrılmıştı. Kopan yerlerde açılan yaraların ince bir işçilikle kapatıldığı belli oluyordu. Bunu bu şekilde yapabilecek tek kişi sırlı tozları bilen bir otacı olabilirdi. Yine de anlam veremiyordu bu duruma.

Yiğide doğru eğildi, nefes aldığını gördü. Ona “Seni kim bu hale getirdi yiğit?” diye sordu. Donuk yüzü hiçbir soruya cevap vermiyordu. Yerdeki kan izleri mağaraya doğru gidiyordu. Kam eliyle asasını sıkıca kavrayıp mağaraya yöneldi. Mağaranın girişinden itibaren duvarlara çizilmiş garip şekiller ve hayvan tasvirleri vardı. Ön kısım dışarıdan gelen ışıkla aydınlanıyordu ama derinlere doğru gittikçe karanlık artıyordu. Derinlerdeki titreyen bir ateşten geldiği belli olan hafif bir ışığa doğru ilerlemeye devam etti. Mağaranın havasız ortamı içerideki kötü kokuyla birleşince nefes almayı zorlaştırıyordu. Kam tavanı yüksek geniş bir bölümüne ulaştığında içeride yanan ateşin üzerinden kısa süre önce atılmış çalı, çırpı ve kokusu baş döndürücü otların dumanı yükseliyordu. Kamın karanlığa alışmış gözleri ışığın etkisiyle kısılmıştı ama alışıp da etrafı gözlemleme fırsatı bulduğunda elleri gördükleri karşısında titremeye kalbi hızlı hızlı atmaya başladı.

Derme çatma, odundan yapılmış eşyaların üzerine asılmış, üstüne konulmuş ve içine hapsedilmiş hayvanlar ve hayvan parçaları mağaranın her yerindeydi. Dumandan kaçışan yarasalar tavanda sürekli kon-kalk yaparak yer değiştiriyordu. Kan, çamur ve pislikle birlikte mağaranın zeminine sıvanmıştı. Duvarlara kazınan şekiller kanla boyanarak iyice belirginleştirilmiş özellikle hayvan figürleri büyükçe ve detaylıca çizilmişti. Onlarca hayvanın postunun gerdiği bir otağıysa tam merkezde duruyor, içerisinden hafif hafif mırıltılar yükseliyordu. Kam bu mırıltılara yönelmeden önce şaşkınlığına ve korkusuna en çok tesir eden kafeslerdeki hayvanlara doğru adım attı. Bulunduğu yerden de garip görünen bu hayvanlar Kam onlara yaklaştıkça gölge oyunlarının gizleyemediği şekillerini belli ettiler. Gördüklerine anlam vermekte zorlanan Kam şu an gördüklerini ise beynindeki hiçbir kalıba sokamıyordu. Kan, vücut parçaları, et, kemik… Kendisi bir otacı olduğu için alışık olduğu şeylerdendi ama bu yaratıklar ne günün aydınlığında ne gecenin karanlığında görülebilecek ne insan işi ne cin işi hiçbir görüntüye benzemiyordu. Kanatları olan bir atı gökte görse Gök Tanrı’ya secde ederdi. Kafesin içinde olmasa dört ayaklı dev yılanı Erlik’in musallat ettiği bir canavar sanırdı. Çift başlı bir kartalı ağacın dalında görse o ağacı dilek ağacı ilan ederdi. Kanatları üstüne kanatlar çıkan kartalın kendi kartalı olduğu anlamasa hayal görüyor zannederdi. Kanatlarının yerinde tütsülenmiş kemiklerin diken diken çıktığı ayaksız iri kuş, Kam’ı görünce içli içli ötmese onu ölü bilerek doğa olaylarından sorumlu Umay’ın insafına bırakır, görmezden gelirdi. Hepsi de gerçekti ve acı içinde oldukları belliydi.

Kamın arkasından onun irkilmesine sebebiyet veren bir davul sesi duyuldu. Hızlıca arkasını döndüğünde öğrencisi başını önüne eğmiş, ateşi arkasına almış; silueti gamlı gamlı davul çalan bir gölge gibi karşısındaydı. Derisinin altına batırdığı kuş tüyleri belden yukarını giyinikmiş gibi gösteriyordu. Kafası sesin ritmiyle bir sağa bir sola doğru yalpalanıyor, mırıltısında kötü ruhları çağıran nameler seziliyordu. Bir anda durdu. Davula son bir kez sert vurup haykırdı. Boğazından gelen hırıltılı ses bir insan sesi gibi değildi. Kamın, parmakları asasını elinde sıkmaktan ve hızla atan kalbinin vücudunda yaptığı hararetten terlemişti; asası topuzun da ağırlığıyla yavaşça elinden kayıyordu. Tek güvencesi olan asasını düşürmemek için iki eliyle hamle yaptı. Karşıdaki adam bu harekete karşılık olarak sırtında asılı duran öküz başlı asasına davrandı. Bu koca topuzlu asanın aldığı canlar üzerindeki kurumuş kanlardan belli oluyordu.

“Bu sefer de yaptıklarımı yok etmene izin vermeyeceğim Kam!” dedi sinirli ve sert bir sesle. Fakat Kam karşısındakinin bir şeytan değil de kendi öğrencisi olduğuna emin olunca korkusuna gem vurarak ayağını yere sağlam basıp dikeldi. “Ben sana doğruyu gösterdim. Ben sana öğrettim. Ben seni iyi olasın, otacı olasın diye yetiştirdim. Bu senin yaptığın nedir?” diyerek çıkıştı. Adam duyduklarına gülerek karşılık verdi ve ekledi. “Sen bana sırları öğrettin Kam, ben kendimi yetiştirdim. Doğruyu ben buldum. Gördüğün üzere de senden daha iyi bir otacı oldum. Yeni sırlar buldum. Yaratılanı değil yaradılışı otadım!” Asasını havaya kaldırdı ve Kama doğru koşmaya başladı. Güçlüce yere indirdiğinde Kam kendini kurtarıp çoktan ortadaki çadırın arkasına dolanmıştı.

“Bunlar mı senin otaman. Sen bu zavallı hayvanlara ne acılar çektirdiğinin farkında değil misin? Kusursuz hayvanları birer canavara çevirmişsin,” dediğinde Kam, adam iyice sinirlendiğini burnundan soluk alıp vermesiyle belli etti. Dişlerini sıkarak bir yandan adım atarken bir yandan konuşmaya devam etti. “Kes! Acı bir gerekliliktir Kam, tıpkı senin kolumu iyi etmek için bana çektirdiğin gibi. Sana bundan ötürü suç bulmuyorum ve bana bunu gösterdiğin için saygı duyuyorum. Çünkü sen olmasaydın belki hala amaçsızca çamurla oynuyor olurdum. Şimdiyse gördüğün gibi yeni canlılar yaptım.” Eliyle arkasında duran atı göstererek “Bu gördüğünün adı Tulpar onu senin yiğidin atından yaptım. Ona dağların en iri kuşunun kanatlarını taktım. Bu senin öğrettiğin sır tozları sayesinde oldu. Fakat rüyalarımda aldığım ilham olmasa onlar da yeterli gelmezdi.” Kam içine şimdiye kadar düşen en ağır pişmanlıktan daha ağırını hissediyordu ama bu pişmanlığının sebebinin önceki olduğunu bildiğinden kendinde cevap vermeye yeltenme gücü bile bulamıyordu. Sadece adımlarını onun adımlarıyla birlikte atıp aradaki mesafeyi korumaya çalışıyordu. Çadırın arkasından dolanıp ateşin çevresine doğru yürüdü.

Adamın sözleri, içinde birikip dolan bir kaptan taşarcasına dökülüyordu. “Kanatlarını aldığım kuş şurada: Sana seslenen. Ona Huma ismini verdim. Onu tütsülenmiş kemiklerle küllerden meydana getirdim. Kartalını görmüşsündür, ona dokuz kuşun kanatlarını kaynattım. Markut diyorum ona.” Kam kartalına bir kez daha baktı. Hayvan canlıydı ama kanatlarının ağırlığından ayakta duramıyor sadece yere yapışık şekilde boynunu sağa sola oynatabiliyordu. Adam durup hayran bir şekilde işaret parmağıyla ateşin ışığında tüyleri parıldayan kuşu göstererek “Şu çift başlı kartal ne kadar da güzel öyle değil mi? Semruk benim ilk yaşattığım,” dedi. Birkaç saniye daha hayvana odaklanmış şekilde durup yavaşça başını Kam’a çevirdi. “Yiğidi merak ediyorsun gözlerinden anlaşılıyor. Onun başına ne geldiğini düşünüyorsun. Kendi başına gelmesinden korkuyorsun. Bak şu yılana, Abra’ya bak! Onu görüyorsun demi. Bu mağaraya geldiğimde beni karşılayan oydu. Onun cazibesine, heybetine kapıldım. Uzun zamandır da ona ayak olacak bir canlı bekliyordum.” Gülümseme ifadesi kirli suratından belli olmasa da alaycı sesi net seçiliyordu. “Onu da bana sen sağladın Kam. Sana ne kadar minnettarım bilemezsin ama şunu bil o yiğidi otadım. Karşılığındaysa bize lazım olanı aldım.” Kam yılana bakınca anlamsızca sağında ve solunda duran çamura belenmiş kolların ve ayakların insan uzuvları olduğunu gördü. Bu yapılanların cezasız kalmaması gerektiğini düşünüyor, korkusu yerini intikam cesaretine bırakıyordu.

“Sana son bir sözüm daha var Kam sonra seni Abra’ya yem edeceğim,” dedi ve ayağıyla bir yumak haline gelmiş kuru otu ateşe öteledi. Bir anda alev alan otlar mağarayı daha aydınlık kıldı. Sesini yükselten adam konuşmasında nihayete varmadan önce son sözlerini etkili bir şekilde söylemek için gayret gösteriyordu. “Kusursuz dediğin bu hayvanları Gök Tanrı’nın yarattığına inanıyorsun demi?” Kam başıyla kararlı bir şekilde onayladı. “Yaratılmışlarsa nasıl kusursuz olurlar!” diye hiddetle bağırıp sustu. Sesi mağaranın duvarlarında yankılandı. “Söyle bana, gerçekte kusursuz olan kimdir?” İki elini de havaya kaldırarak sorusuna gelecek cevaptan haberdar olduğunu belli etti. Kam, “Tengri elbette!” diyerek yanıtladı. Adam başını evet dercesine sallayıp yüzüne ciddi bir ifade takınarak “Gök Tanrı yaratılmamıştır, yere ve altına, göğe ve üstüne hiçbir kısıtlama olmadan sahiptir, hiçbir zamana, mekâna mecbur değildir. O ne isterse, istediği olur. Evet, o kusursuzdur,” dedi. Kam karşısındaki bu çıldırmış adamdan doğru sözler duyunca şaşırdı. “Peki, sen ne diyorsun. Yaratılmış olana kusursuz diyorsun. Hayır! Yaratılışın kendisi kusurludur, kısıtlıdır, karmaşadan meydana gelir. Asla kusursuz olamaz. Eğer aksini düşünüyorsan yaratılmış olanı yüceltiyorsun demektir. Söyle şimdi ben mi yanlışım sen mi!” Kam ateşe düşen otların uyuşturucu etkisiyle ve sürekli dönüp durmanın tesiriyle algılarını kaybeder olmuştu. Öğrencisinin ne demeye çalıştığını tam kestiremedi. “Söyle!” diye üst üste bağıran adamın sesiyle irkilip kendine gelir gibi olduğunda kendisiyle birlikte irkilen kanatlı atın kafesi parçalayıp çıktığı gördü. At bir anda süratle koşup adama sertçe çarparak onu ateşe devirdi.

Ateşin içine düşen adamın çığlıkları mağarayı dolduruyordu. Ateşten kurtulduğunda Kam sırtına asasıyla vurup onu yıktı. Adamın kırılan kemiklerinden yükselen çıtırtılar ateşten çıkan çıtırtılara karışmıştı. Dev cüsseli adam yüzükoyun düştüğü yerden sırt üstü pozisyona dönerek asasını kendine siper etti. Nefes almasıyla birlikte ağzından kanlar oluk oluk dışarı fışkırıyordu. Doğrulmak için hamle yaptığında Kam ayağıyla onu itip engelledi. Tekrar kendini toparlayıp tek dizi üzerine doğruldu. Öküz başlı asasını iki eliyle kavrayıp tüm gücüyle Kam’a doğru fırlattı. Bu zoraki hamleyle havada bir gülle gibi ilerleyen topuz Kam’ı ıskalayıp arkasındaki duvara çarpınca öküz başı parçalanarak dağıldı. Son takatini de asasıyla birlikte salıveren adamın sadece inlemeye mecali kalmıştı. Başı önüne eğikti. Gözleri ağzından akıp dizine dökülen kan damlalarına bakarken usul usul kararmaya başlamıştı. Kam asasını bir kez daha havaya kaldırıp sertçe indirdi. Adamın iniltileri kesildi.

Öğrencisinin yerde duran cesedine birkaç saniye donuk gözlerle baktıktan sonra ciğerlerine dolan dumandan ötürü öksürmeye başlayıp geriye çekildi. O an tek düşünebildiği bu havasız yerden çıkmaktı. Geldiği yöne doğru bir adım attığında Tulpar onu kafasıyla dürttü. Hayvan yalvarırcasına Kam’a bakıyordu. Onun bakışındaki sessiz çığlıkları Kam kendi içinde hissedebiliyordu. Kam asasını tekrar havaya kaldırdı ve gözlerini yumup önce ata sonra sırasıyla diğer canlılara indirdikten sonra koşar adımlarla mağaranın çıkışa gitti. Kendini dışarı zor attı. Temiz havayı içine çekip rahatlamaya çalıştı. Sırtını bir kayaya verdiğinde karşısında duran yiğitle göz göze geldi. Yiğit hiçbir şey söylemiyordu. Kam asasını dayanıp güçlükle ayağa kalktı ve ona yaklaştı. Dermanı kalmayan kollarıyla asasını zorla havaya kaldırıp bekledi. Önündeki yiğidin bu hareket karşısında hiçbir tepki vermemesi onu duraksatmıştı. Biraz daha bekleyip asasını yavaşça geri indirdi. Üzerinden deri elbisesini çıkarıp yiğidi onla sardı. Elbisenin kol yerlerine tutmak için bir düğüm attı ve yiğidi sırtına aldı. Bozkıra doğru küçük adımlar atarak yol aldı…

“Kim O?” demişti çocuk. Kam aklındaki görüntülerin tesirinden kurtulduğunda çocuğun meraklı bakışlarla sorusuna cevap beklediğini gördü. Derin bir iç çekip rüzgârdan toplanan pelerinini arkasına doğru atarak düzeltti. Çocuğun sorusuna cevap vermek istemediğinden konuyu değiştirmeye çalıştı. “Sana beş güzel hayvandan bahsedeyim mi? Bunlardan biri rüzgârdan bile hızlı hareket eden kanatlı bir attır. Biri küllerinden yeniden doğan bir kuştur. Diğeri dört ayaklı iri bir yılandır. Bir diğeri altın gibi parlayan iki başlı bir kartaldır. Öbürü kocaman kanatlarıyla güneşi ve ayı örtebilecek kartal Markut’tur. Onlar öyle güzellerdir…” diyerek çocuğun ilgisini başka yöne çekmişken ilerideki çadırın dibinden bir kadın sesi duyuldu. “Alpagu! Buraya gel, haydi.” Çocuk annesinin çağrısına kulak vererek hemen sese yönelip evine doğru koştu.

Ses duyulduğu anda yaşlı Kam sırtındaki yoldaşının da irkildiğini hissetti. Yükünü alıp tekrardan yollara düştü. Bir süre ilerledikten sonra sırtından yoldaşını indirdi. Üstünü örten pelerini kaldırdı. Yiğit geçen uzun yıllar sonucunda zayıflamış incecik kalmıştı. Kamın ağzına zorla verip çiğnettiği birkaç lokmayı yiyerek yaşıyordu ve hiç konuşmuyordu. Kam beline bağlı çıkınından bir parça ekmek çıkartıp kırbasından akıttığı suyla yumuşatarak yoldaşının ağzına doğru götürdü. Yiğidin yüzünün kendine dönük olduğunu görünce eli havada kaldı. Mağaranın önündeki o günden beri ilk defa yiğit Kamın gözlerinin içine bakıyordu. Bir şey diyecekmiş gibi kendini zorlayan hareketler yaptı. Düğümlenmiş boğazından ses üretecek nefes yukarı çıkamıyordu. Yiğidin kurumuş göz pınarlarından mucizevî bir şekilde çıkan bir iki damla yaş inceden süzülüp dudağının kenarında birikti. Nicedir çalışmayan ses telleri güç bela bir hırıltı çıkartabildi. Kam kulağını ona doğru yaklaştırıp ne dediğini duymaya çalıştı. Yiğit art arda kesik sesler çıkarttıktan sonra ağzından bir kaç sözcük dökülüverdi.

“Benim adım Alpagu…”

#efsana

#türk

#canavar

#mitoloji

İlk Yayımlanma » 31.01.2015
Yayımlandığı Yerler » zabkaf.tumblr.com