Uzun boylu, kara tenli bir adam takım elbisesi içerisinde üzgün bir ifadeyle işe gidiyordu. Bu onun genel yüz ifadesiydi. Siyah paltosu elinde tuttuğu koyu kahverengi evrak çantasıyla birlikte dizine kadar uzanıyordu. Ayakkabıları, kravatı ve kemeri bu çantanın rengindeydi. Kimi günler siyah kimi günler gri renkli takım elbisesini giyer ama daima içinde beyaz gömlek olurdu.
Sağ yanağında ara sıra kendini gösteren kasılmalar dışında bakışlarındaki donukluk ona herkesin çekingen davranmasına sebep oluyordu. Bu yalnızlık adamın hoşuna giden bir zorunluluktu. İşi evraklarla ilgili olduğu için insanlarla pek muhatap olmasına gerek kalmıyordu. Bütün gün onları inceler, tasnifler ve tam iş çıkış saatinde evinin yolunu tutardı. Evine giderken haftanın her iş günü farklı birini tercih ettiği beş dükkândan birinden akşam yemeğini alırdı. Sabah kahvaltısını kısa tutar, öğle yemeğini iş yerinde sessizce tek başına yerdi. Cumartesileri markete uğrar, Pazar günleri evden hiç çıkmazdı. Hayatı rutinlerle süren bu adamın çok nadir düzeni bozulurdu. Böyle durumlar nadir olduğu kadar sancılıydı da.
Sabah işe gitmek için kalktığında alnından süzülen birkaç damla ter, derin nefes alışı ve yüzündeki kasılmalar bugünün sancılı günlerden biri olduğunu gösteriyordu. Dişlerini sıkarak yatağında doğruldu. Rutin günlerdeki ağır hareketlerinden birkaç kez zamanda seyreltilmişini banyoya doğru adımlarken sergiledi. Yüzünü yıkayıp bir anlığına duraksadığında yüzünden damlayan sular lavaboya düşüp evdeki sessizlikte şıp sesiyle yankı buldu. Birkaç defa çıkardığı inilti onu hafifte olsa rahatlattı. Bu rahatlamayla hızlanıp iki dudağının arasındaki yakarışlarla üzerini giyindi. Normal günlerdeki evden çıkış saatinden yedi dakika geri kalmıştı.
Manhattan’da yedi dakika demek çok fazla şeyin değişmesi demektir. Her dakika, sokaklara dökülen insanlar kat be kat çoğalırken, korna sesleri birbirinin ardı sıra artarken, kişisel alan gittikçe daralıyordu. Evinden metro istasyonuna olan mesafeyi yürümesi bu etkenlerle daha zor hale geliyordu. Sonrasında gireceği metro da ona rahat bir alan sağlamayacaktı. Öyle de oldu: Attığı her adımda duyduğu ızdırap çevresel etkenlerle çekilmez hale geldi. Bu kadar acıyı yüklenmişken kalabalığın onu bunaltması sabrını zorluyor, gittikçe sinirleniyordu. Hızlıca bindiği metroda bir direğe yaslanıp ağırlığını birazda olsun onunla paylaşmaya çalıştı. Yanında eşofmanının içerisinden çıkan kablolara bağlı dev kulaklığıyla müzik dinleyen genç kafasını sallıyordu. Dinlediği müzik kulaklıktan taşıp kulak tırmalayan bir gürültüye dönüşüyordu. Diğer yanındaki kilolu adam trenin yol almasıyla savrulup Abraham dahil birkaç kişiye daha çarpıyordu. Ağır bir parfüm kokusu vagonun içini doldurmuştu. Önündeki kısa boylu, gözlüklü adam bir kolunu direğe dolamış diğer kolunu elindeki cep telefonunu sabitlemek için gergin tutuyordu. Cep telefonundan yeni başlayan günün ilk haberlerini okumaya çalışmaktaydı. Daha çok ekonomi haberlerini takip ederdi ama bugün Çin’de gerçekleşen bir olay ilgisini çekmişti.
Pekin’de bir stadyumda yangın çıkmış ve binlerce insan içeride mahsur kalmıştı. Ölü sayısı sürekli artıyordu. Adam, haberin devamında halen süregelen olayla ilgili yeterli bilgi bulamadığından haber sitesinin televizyon kanalı bağlantısını takip edip canlı yayına ulaştı. Canlı yayında spiker, Çin’deki faciayı bildiriyordu ve olay yerini çeken helikopter ekibinin yolladığı görüntüler ekranın sağ üst köşesindeki kutucukta akıyordu. Sunucu bu kutucuğa doğru döndüğünde görüntü büyüdü ve ekranı kapladı. Telefonun ekranı görüntüdeki alevlerle kıpkırmızı olmuştu. Adamın telefonunun sesi kapalıydı ama daha ilerideki bir başkası oturduğu yerde aynı ajansı açmıştı ve sesi duyuluyordu.
Alevlerin içinde kalan insanların diri diri yandığı açıkça belli oluyordu. İyice ısınan stadyumun kendini ayakta tutan çelik sütunları daha fazla dayanamadı ve binlerce insanın üzerine yıkıldı. Bu olaya yönelik şaşırma ve panik tepkileri vagonda birkaç yerden yükselen seslerle belli oldu. Abraham her ne kadar yorgun, sinirli ve acı çekiyor olsa da adamın telefonundan haberi izlemeyi ihmal etmiyordu. Yıkılma anında gözleri iyice büyüdü fakat kara yüzündeki bu beyazlık çoğalması suretine aydınlık olarak yansımayan korku dolu bir irkilmeydi. Acısını bile unutturacak bir endişesi var gibiydi. Evrak çantasını serbest bıraktı, o düşerken kendini iki adım geriye doğru attı. Arkasında çarptığı kişiler kızarak sağa sola kaydı. Ellerini başına koyarak kapıya yaslandı. Yakarışları dudaklarından kaçarak sesli olmaya başladı “Hayır, hayır lütfen,” diyordu.
Diğer insanlar Abraham’ın bu aşırı tepkisini kaşlarını çatarak ve onu garipseyen gözlerle birbirlerine bakarak yadırgadılar. Abraham sırtını dayadığı açılmayan kapının önünde diz çöktü. Durağa yanaşan trenden bakışlarını onun üzerinde tutarak inenler oldu. Abraham’ın inmek için bir durağı daha vardı ama zaten o şu an sadece Çin’deki olayı düşünüyordu. Cep telefonuna bakan adam da inmişti ama yeni binen kişilerin ağzında facianın dehşet verici sahneleri ses olup lakırdıyordu. Abraham’ın yüzünde tomurcuk tomurcuk ter birikmişti, kulakları uğulduyor ve teni ateş gibi yanıyordu. “Geliyor, geliyor,” diye sayıklarken paltosunu sırtından atması da, kravatını gevşetmesi de ve parmaklarını şakaklarına bastırması da ona yeterince rahatlama hissi vermedi. Geldi.
Abraham herkesin yüreğini hoplatan bir çığlıkla yerde kıvranmaya başladı. Çevresindekiler ondan hemen uzaklaşmak için birbirini çiğnedi. Abraham acı içinde feryat ediyor, vagonda ne kadar insan varsa -genci yaşlısı- bu sesten irkiliyordu. Üstünü başını parçalayan, yüzünü gözünü yolan Abraham’ın tırnaklarında deri parçaları birikiyordu. Cesaret eden birisi ona yardım etmek için hamle yaptığında Abraham onun kolunu bileğinden yakalayıp “Geri çekil! Beni rahat bırak!” diye haykırdı ve adamı itekledi. Yapmaya çalıştığı iyiliğe bu şekilde karşılık bulan adam, Abraham’ın koluna yaptığı baskıyla hissettiği acıdan ötürü söylenerek durağa yanaşan trenden inmek için kapıya yöneldi.
Olan biteni kameralardan takip eden güvenlik hizmetlerinden iki kişi durakta hazır bekliyordu. Kapı açıldığında öncelikle içeride bunalan insanlar dışarıya hücum ettiler. Bu güruhu ite kaka yarıp ilerleyen güvenlikçiler Abraham’a ulaştı. Varanlar, korkanlar inmiş; meraklılar, umursamazlar ve kuralcılar vagonda kalmıştı. Güvenlikçilerden güç alan bazıları hem Abraham’a çıkışmaya hem de müdahaleyi desteklemeye başladı. Meraklılardan bir ikisi cep telefonuyla olanı biteni kayıt altına alıyordu. Abraham kendisini yaka paça dışarıya çıkarmaya çalışan güvenlikçilere kasılarak engel oluyordu. Bu sırada kulağının dibinde onu irrite eden sözler söyleyen birine duyduğu sinirle bir yumruk savurdu. Yumruğu yiyen adam umursamazlardan birinin üzerine düştü. Umursamaz adam artık -umursamaktan öte- olaya dahil olarak oturduğu yerden hışımla kalkıp iri cüssesiyle iki adımda Abraham’ın yanına gelip boğazına yapıştı. Onu silkeleyip savurduğunda güvenlikçilerde onla birlikte yıkıldılar. Kimi tutacağını şaşıran güvenlikçiler bu sefer cüsseli adamı engellemek için hamle yaptılar. Adam zaten yapacağını yaptığından geri yerine dönmek için yönelmişti. Abraham kafasını boş bir koltuğun kenarına vurmuştu. Gözleri kaydığı yerden geri, baktığı yere odaklanınca kendine geldi ve ayağa kalktı. Asabiyeti iyice zıvanasından çıkmıştı. O an ona arkasını dönmüş güvenlikçileri sırtından yakalayıp çekip yere devirdi. İleri doğru seri adımlarla yönelip yerine oturmak üzere olan adamın suratına sivri burunlu ayakkabısıyla bir tekme attı. Adam acı içinde burnunu tuttu, ellerinin kanla dolması çok uzun sürmedi. Abraham herkese birden hitap etmek için sağa sola dönerek bağırmaya başladı. “Gidin başımdan! Sizinle uğraşamam. Defolun!” Bu çıkışla bir galeyana sebep oldu ve vagonda sinirleri gerilen halk Abraham’ın üzerine çullandı. Herkes yumruk yaptığı elleriyle onun denk getirebildiği bir yerine vuruyordu. Abraham diz çöktüğünde tekmeler başladı. Artık takati kalmayan Abraham son kez doğrulup kalabalığı başından attı. Sağa sola savrulan insanlar düştükleri yerde kıvranmaya başladılar. Onlara ne olduğu anlamayan bir arka sıradakiler geriye adam atarken bir anda içlerine dolan acı ile yere yığıldılar. Daha uzaktakiler korkmaya başlamıştı ama onlara da aynısı oldu. Dalga dalga yayılan bir şekilde önce vagondaki herkes sonra trendeki her insan acılar içinde kıvranmaya başladı.
Onlar acı çekerken Abraham rahatlamış gibiydi. Kana bulanmış parçalanmış gömleğinden salınan bir parçaya yüzünü silip bir kenara büzülüp yapışmış olan paltosuna doğru insanların üzerinden geçerek ilerledi: Onu aldı. Paltosunu giydi evrak çantasına gözü ilişti ama ona hamle yapmadı. Açık kapıdan perona doğru ilerledi. Kendisi vagondan ayrılırken içeridekilerin ızdırabı azalıyordu. Cep telefonuyla çekim yapan ve acı ile kıvranmaya başladığında onu yere düşüren genç, acısı azaldığında hemen telefonunu eline alıp Abraham’ın çıkış merdivenlerine doğru yol alışını kaydetmeye durdu. O merdivenlere ilerlerken merdivenden aşağıya doğru gelenler bir anda kendilerini kaybediyor ve hissettikleri acıyla dengeleri bozulup yuvarlanıyorlardı. Yürüyen merdiven kullananlar bu durumdan daha zararlı çıkmıştı. Destek ekibi olarak gelen birkaç güvenlikçi merdivenden yuvarlanırken ellerinden düşen copları basamaklarda sekiyordu. Meraklı genç acının tesirine girmeden Abraham’ı takip etmeye çalıştı ta ki fark edilene kadar. Abraham onu fark ettiğinde acının gelmesi çok sürmedi. Abraham yürüyerek ve çevresine acı saçarak metrodan çıkış yaptı.
Genç kendine geldiğinde videoyu hemen internete yükledi. Bu videonun haber sitelerine ve sosyal ağlara düşüp milyonlarca kişi tarafından seyredilmesi çok sürmedi. Abraham bu sürede ara sokaklardan ilerleyerek insanlardan uzak kalabileceği bir yer aradı. Manhattan’da bu zordu ve yaşadıklarından ötürü hali bitaptı. Bir köprüye kendini atabildi ve onun orta yerine ilerledi. Trafik nispeten azdı birkaç arabada acı çeken insanlar dışında aradığı sakinliğe ulaşmış gibiydi. Acı çekenlerin üzerinden tesirini çekince arabalar ne olduğundan habersiz şekilde yollarına devam edip oradan uzaklaştılar. Etrafta acı çeken kimse kalmamıştı Abraham olan biteni düşünmek için fırsat bulmuştu. Bugün evden çıktığı için pişmandı. Bu denli yüksekten bir acı geleceğini tahmin edememişti. Zaten her geçen yıl katlanan acısına olan tahammülsüzlüğü böyle olaylarda iyice patlak veriyordu. Rutinlerini bozmasının, düzene sokmaya çalıştığı yoğunlaşmasını sekteye uğratacağını bildiğinden hayatı olduğu gibi devam ettirmek ona çoğu kez daha mantıklı gelmişti. Bu kez meydana gelen olaysa hem şiddetliydi hem de kalabalık içinde olmuştu. Bir de eskiye nazaran artık herkesin olayları kayıt altına alma huyu vardı. Binlerce yıldır ilk kez bu kadar tehlikeli bir çıkmaza-açmaza girmişti. Kendini açık etmişti. Acı çeken çok insan vardı ve çağ iletişim çağıydı. “Keşke o insanlara acıyı vermeseydim o zaman daha kolay olurdu. Bir süre daha sabrımı zorlayabilseydim, sinirime hâkim olabilseydim…”
Sakinlik pek sürmedi iki helikopter gökdelenlerin arasından geçip köprüye yaklaşırken sesleri de duyulmaya başladı. Köprünün iki yanına polis arabaları gelip yolu keserek dizildiler. Yüzlerce polis, özel tim ve hatta radyasyon koruyucu kıyafetler giyen askeri birlikler gelmişti. Karşılaştıkları adamın ne tip bir gücü olduğunu bilmediklerinden her türlü önlemi almaya çalışıyorlardı. Abraham iyice tedirgin olmuştu. İkinci dünya savaşında yaptığı gibi bir kuyuya girip acıya orada tek başına katlanması gerekebilirdi. Bunu yapmak için de buradan kurtulması lazımdı. Korkuyordu: Hem tek başına acıyla mücadele edecek olmasından hem de kurtulmak için yapacaklarından. Kalabalıklarda yaşamak ona acıyı küçük dozlar halinde insanlara pay edip dağıtma olanağı sağlıyordu. Bu ona daha rahat bir yaşam sağlıyordu. Travma derecesinde tedirginlik veren ıssızdaki kuyuda kaldığı yıllar hatırlamak istemediği anılarındandı.
Köprüde geçirdiği zamanda dinlenmiş hatta vücudundaki ufak tefek yaraları hızlı bir şekilde iyileşmişti. Çevresindeki güvenlik güçleri silahlarını ona doğrultmuş şekilde bekliyordu. Onlar da henüz ne yapacaklarına karar verememişlerdi. Güvenlik güçleri anons geçtiğinde Abraham vaktin geldiğini anladı. Buradan kurtulmanın tek yolu yine acıydı ama antlaşma gereği önce onu rahat bırakmalarını isteyecekti. Anonsa gür bir sesle bağırarak cevap verdi. “Beni rahat bırakın! Gidin buradan, ben de gideyim. Yoksa hepinizi hatta bütün şehri acıya boğarım,” dedi. Bu tehditkâr tavır hiç de hoş karşılanmadı. Birlikler ateş emrine hazır beklerken emrin geleceği o anda Abraham acıyı onların üzerine saldı. Acı önce Manhattan’ı ve devamında tüm New York şehrini sardı. Bu sefer acı daha hızlı yayılıyordu. İnsanlar nefes almaktan bile acı çekiyordu. Kalp atışları onlara içten vuran bir çekiç darbesi etkisi yapıyordu. Vücutlarında reaksiyon gösteren her kimyasal ve biyolojik tepkimeyi hissedebiliyorlardı. Güneşten gelen radyasyonun derilerine çarpması insanlara alev alev yanıyormuş gibi hissettiriyordu. Esnada su içen, yemek yiyen birisi acıyı kat be kat daha yoğun hissetti. Hali hazırda canını acıtan bir olaya maruz kalanlar delirecek seviyede acıyla yüzleşti. Vücudunda küçük bir sıyrık bulunan kişi lime lime doğranıyormuşçasına ızdırap içindeydi.
Bütün şehir birkaç dakika içinde karışmıştı. Acı bir anda ve şiddetiyle gelince kimse ayakta durma direncini gösterememişti. Yığılan veyahut yıkılan insanların meşguliyetleri yarım kalmıştı. Yolda araç süren şoförler, hastanede ameliyat yapan cerrahlar, pilotlar, kaptanlar, vinç operatörleri… Henüz birkaç dakika geçmişti ama şehirde yüzlerce kişi hayatını kaybetmiş, binlerce kişi yaralanmış ve sayısız mülk zarar görmüştü.
Köprünün üzerinden uçan helikopterler pilotlarının hâkimiyeti kaybetmesiyle yere çakıldı. Ölen insanlar daha çok acının gelmesine sebebiyet veriyordu. Abraham acıyı bırakmanın verdiği rahatlığıyla daha insaflı bir insana dönüşüyor siniri yerini merhamete bırakıyordu. Şehirdeki olağanüstü durumu seyreden gözleri daha fazla dayamadı ve acıyı geri çekti. Tekrardan acıyı almasıyla rahatlık üzerine gelen huzursuzlukla zorlandı ve ölenlerden, yaralananlardan gelen acıyla inlemeye başladı. Güvenlik güçleri kendine geldiğinde yüze yakın uzun namlulu silahla hedef gözetleyen keskin nişancılar Abraham’a ateş etti. İlk kurşun bir sıyrık getirendi sonraki omuz deşen bir sonraki kafatası delen… Abraham kendi bedeninde meydana gelen bu küçük acıları duyumsamıyordu bile. Yüzlerce kurşun tek bir bedende buluşunca Abraham’ı parçalara ayıran bir etki göstermişti. Her yerinden kanlar fışkırıyor, etler kopup ayrılıyordu. İsabet aldıkça incelen boynunun tutamadığı delik deşik kafası çarpan kurşunların baskısıyla ayakta duran bedenden koparak düştü. Kafa köprünün üzerinde yuvarlanıp bir yerde durduğunda Abraham’ın; parçalanmış dudaklarındaki gülümseme gözlemlenebiliyor, kaşlarından rahatlık ifadesi sezilebiliyordu.
Sonrası vahimdi. Kimse derin bir oh çekememişti. Abraham’ın ölmesiyle acı geldi. Hezeyan vardı. Bir anda bütün dünya üzerindeki her âdemoğlu acıyla yüzleşti. Bu sonu olmayan, dinmeyecek bir varoluş ve yok oluş acısıydı. Saniyeler, saatler gibi geçiyordu. Saatler geçtiğinde insanlık çok zor durumdaydı. Bir gün geçtiğinde acıyla baş etmeyi öğrenenler oldu ama sinirliydiler. Sinirlerini başka insanlardan çıkarmaya başladılar, zaten acı çeken diğer insanlara saldırmaya koyuldular. Artık ne konuşmak vardı ne durup dinlenmek ne de ölmeyecek kadar yeyip içmekten fazlası. Kurtuluşu ölümde arayanlar oldu: Kimisi kendine kimisi başkasına kıydı. Birileri öldüğünde acı artıyordu ama hemen ardından az bir rahatlama hissediliyordu. Birbirini öldürmeye başlayan insanlık günler geçtikçe sayıca azaldı. Sayı azaldıkça acı da azalıyordu, bu yüzden kan durmadı. Mazlumlar çok dayanamadı. Sinirliler her faaliyetlerinde yeni bir suçun faili oldular. Abraham’ın binlerce yıldır verdiği mücadeleyi kimse anlamadı ve taşıdığı ağır yükün zerresini sırtlanabilen olmadı. 4 ay 17 gün 9 saat 21 dakika 52 saniye sonra dünya üzerinde, insan denen türden geriye tek bir birey bile kalmadı…