Filmin şu güne kadar bilim kurgu sevenlerce seyredildiğini varsayarak yazı içerisinde önveri verdim. İzlemediyseniz yazıyı daha sonra okumanız evladır. Ben sevdim. Robot olsun zırh olsun yine severim. Uzaylıyı da severim ama eve barka sokmam. Zamanın işleyişi irdeleniyorsa bir filmde daha da severim. Bunlar tek bir filmde harmanlıyorsa o zaman saygı da duyarım. Yarının Sınırında (Edge of Tomorrow) bunu sağlamış bir bilim kurgu filmi. Bize sadece uzaylıların dünyayı istilasını anlatmıyor ya da robot ve robot mekaniğindeki teknolojik gelişmeleri baz almış bir yapım da değil, salt bir savaş filmidir de denemez. İngiliz generalin Amerikalı binbaşıya yaptığı gider kurguyu başlatan olay oluyor. Generalin böyle bir şeyi neden yaptığını, askeri tecrübesi olmayan bir rütbeliyi cepheye sürmesindeki sebebi ego tatmini dışında anlamlandırmakta zorlanıyor insan. Tabi filmdeki bazı noktalara dikkat edersek aslında ikinci dünya savaşına göndermeler yaptığını ve bu durumun da bundan kaynaklandığını sezebiliriz. Normandiya çıkarmasının 70. Yıl dönümü olan 6 Haziranda çıkan, (dikkatli insan Erdinç arkadaşımın görüsüdür) filmde yine aynı sahillerden dünya karması bir ordu Avrupa’nın ortasına düşen ateşi söndürmek için harekata kalkışır. Doğudan Rusya ve Çin (bu da bonus olmuş) bastırmaktadır. Scientology akımının bir üyesi olan Tom Cruise’un geçen sene çıkan Oblivion filminde de bu tarz döngüsel bir olay konu edilmişti. Orada klonların tekrarı söz konusuyken burada zaman tekrar ediyor. Daha önceden zamanın tekrar ettiği, aynı günün ısrarla yaşandığı Groundhog Day (Bugün Aslında Dündü) filminde Bill Murray ile eğlenceli bir açıdan bu durumun irdelenmesini seyretmiştik. Yarının Sınırında ise -daha önceden belirttiğim gibi- birkaç tarzı harmanlayarak gelecek kurgusunda, aynılığın sıradanlaşmasına fırsat vermeden yani sıkmadan konuyu anlatmayı başarmıştır. Yer yer bizi güldüren sahneleri olması, aksiyonun yeterince bulunması ve alternatif yolların etkili sonuçlar vermesi filmin artı yönlerinden. Belki biraz da aynı güne sıkışmışlığın verebileceği buhran da sunulabilseydi başka duyguları da yaşatmış olurdu. Senaryoyu çıkmaza sokmasından korkulmuş olma ihtimaline bağladığım bir husus da kelebek etkisini pek göremiyor olmamız. Herhangi birine söylediğin söz ya da bir gün önce onla yaşadığın olay ertesi gün gerçekleşeceklerin saniye sarkmasını -veya gerçekleşmemesini- etkilememesi bana mantıksız geldi. Donla savaşa giden elemanın her gün aynı yerde durup sevinmesini etki edecek tek bir söz filme başka bir boyut daha katabilirdi. Örneğin önceki gün “altta kaldın diye üzülme, üste çıktın diye sevinme pehlivan” deseydi Cage, belki daha farklı sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Akmayan zaman umudu karartır. Şahsen çocukken bolca işittiğim, annemin "yarın olsun bakarız," babamın "hele o gün gelsin düşünürüz," şeklindeki geçiştirme cümleleri aklıma geldikçe daha da dehşete kapılıyorum. Buna rağmen filmi seyreden ya da zamana sıkışma mevzusunu duyan herkes illa kafasında kurarak bu durumu yaşamıştır. Benim başıma böyle bir olay gelse ne yapardım diye düşünen insanoğlu bunun keyfini sürmekle beraber bin bir türlü hinlik, sinsilik, fenalık içeren fikir bulmuştur. Tabi takılıp kaldığın günün de önemi büyük; öyle her günü de insan tekrar tekrar yaşamak istemez. Nitekim şöyle durumlarla karşılaşılabilir. Sabaha kadar bilgisayarda oyun oynamışsın, bir kalkıyorsun akşam 8:00 olmuş gün bitmiş ve her gün böyle geçiyor: Güneşi göremiyorsun. Ramazan ayında sahurda tuzluyu yemiş yatmışsın, temmuz sıcağı var, günler de çok uzun. Daha hazin bir durumsa: Feci halde hasta olmuşsun, yataktan çıkamıyorsun ve bütün diziler sezon finali vermiş. İnsanın en mutlu günlerinden biri olan düğün gününü tekrar tekrar yaşaması da çok sıkıntılı olurdu. Her gün davul, zurna, halay kuaför beklemeleri, fotoğraf çekimleri, takısı makısı derken insan o stresle bir günde(?) yaşlanır. Her gün tılsımın bozulmaması için kendini öldürmen gerekiyor. ABD’deki gibi silahlanma hakkına dayanarak evde tuttuğumuz silahlarımız olmadığı için çok acılı bir süreci yaşamak da var. Uzaylılara gelecek olursak öncelikle isimlerini pek de uygun bulmadım. Tamam, Mimik ismi uzaylıya verilir Alien, Predator falan da verilir ama anlamlı olması da beklenir. Biz “Memik” koyacaktık nüfusta memur öyle yazmış diyorlarsa bir şey diyemem ama mimik daha çok şekilden şekile giren hatta kılık dahi değiştirebilme ihtimali olan yaratıklar için kullanılır. Bizim yaratıklar ise Beyblade Sabri gibi yerde debelenip duruyorlar. Zaten uzaylılarımız insanla pek iletişime geçmeyen (belki telepati) türden, koloni yaşam tarzını benimsemiş canlılar. Bu tip uzaylılara “Yıldız Gemisi Askerleri” gibi filmlerden Starcraft oyunundaki Zerg’lerden aşınayız. “Bölge 9” filminde muhabbeti derin afro uzaylıları görmüştük ama bu filmdekiler tek bir merkezden idare edilen, karınca gibi arı gibi görev uzaylısı canlılar. O tek merkezdeki organizmayı yok edince diğer uzaylılarda “Vay ben ölem,” diyip kendiliğinden oyun dışı kalırlar. İletişim kurmalarıysa genellikle beyin gücü ile olur onu da hepsi kurmaz. Sanıyorum ki aralarında şöyle bir diyalog geçmiş olabilir. “Abi, biz şimdi dünyayı istilaya geldik değil mi? Peki, kimse dedi mi bize git konuş? Yok! E, ne o zaman muhatap olacaksın elin insanıyla, vur pençeyi gitsin. Tohumuna para mı saydık…” Zırhlar, filmde insanlığın umudu olan yeni bir tür silah olarak kullanıma sunuluyor. Yakın geleceğe yönelik teknolojik ilerlemelere baktığımızda robotların yanında bu tarz iskelet modeli giyilen zırhların ar-ge konusu olduğunu görebiliyoruz. Bilim kurgu her ne kadar gerçek olmasa da gelecekte gerçek olabilecek bir gelişmeyi referans almadıkça toplumun damarına enjekte olamaz. Bir süredir çıkan çoğu bilim kurgu filminde robotlar ve yapay zekâ ziyadesiyle işleniyor. Bunların yanına bu filmdeki gibi fantastik ögeler de katıldığında zevkle izlenen yapıtlar hanesine bir çentik daha atılır.