Düşünüyoruz, bolca düşünüyoruz, düşündüğümüzü varlığımıza kanıt gösterebiliyoruz. Nefes alıp verdikçe akciğerlerimize çektiğimiz havadan özütülen oksijen kanımıza karışıp beynimize yakıt oluyor. Yaşadığımız sürece bu sınırsız ve bedava enerjiyi kullanıyoruz. Peki, ne düşünüyoruz? Herkes kendi nöronlarını sonsuz düşünce selinde boğulmadan hareket ettirecek bir takım düşünceleri kafatasının içerisinde döndürüp duruyor. Kendimizi bazen nereden aklımıza geldiği belli olmayan bir şarkıyı mırıldanırken bazen de geçmişimizi anımsarken buluveriyoruz. Çoğu zaman kafamıza taktığımız bir düşünceyi tekrar tekrar düşünüp emin olmak istediğimiz konuların üzerinden geçiyoruz. Çok nadir de olsa düşünmeyi kesip uzaklara dalıp gittiğimiz de olmuyor değil ama beyin o anlarda bile bilinçaltında bazı yapılandırmalara gidip disk birleştiriciyi çalıştırıyor olabilir. İnsan, kendi beyninde yaşadığı dünyayı yeterince çözümlememişken tam aksi istikametteki bir dünyada yaşam mücadelesi veriyor. Algılarla yaşadığımız dış dünyada bakmakla yükümlü olduğumuz bir bedenimiz var ve o günün belli belirsiz zamanlarında anlamlı ve anlamsız isteklerle sürekli bizi uyarıyor. Algılardan soyutlandığımız yerde dürtülerimizin esiri oluyoruz, dürtülerimizi kontrol ettiğimizde duygularımızın saldırısına uğruyoruz. Her ne kadar yalnız olduğumuzu düşünsek de bize emanet bir beden ile birlikte yaşıyoruz. Tamamen irade sahibi bir insan dahi olsak açlığa, susuzluğa dayanabileceğimiz süre bellidir. Dayanma sınırlarını zorladığımızda bedenimiz hemen yönetime el koymaya çalışır. Açlık, sinir bozukluğuna; susuzluk, moral bozukluğuna dönüşür. Tanrı ruhumuzu bedenimize diktiğinde onun eğitilmesi gereken vahşi bir hayvan olduğunu anlayabilelim diye bize kendi sıfatlarından bazılarını lütuf etmiş. Kendimizi, beden denen bu ilkel canlıya kaptırıp onun yönlendirdiği gibi yaşamak da onu eğitip erdemli bir insan olabilmek de elimizde. Tabii, sonunda ödül olan durumlarda önemli olan zor olanı başarmaktır. Adem ile Havva’nın yasaklı meyveye meyil etmesi ve bedenlerinin arzularına iblisin de ateşlemesi ile esir düşmeleri sonucu, bu mücadelede kaybeden taraf olmaları daha ilk raunt idi. Sonrasında sayısız kaybeden ve kazanan çıkmıştır ama amansız mücadele henüz son bulmamıştır. Kimine göre nefis - irade kimine göre süperego - id kimine göreyse yin – yang arasında geçen bir çekişmedir bu. Çekişme boyunca, sürekli faal olarak hizmet eden beyin ise bir komuta kontrol merkezidir. Beden hormon istediğinde çekinmeden ona bu istediğini verir. Ruh düşünce istediğinde de bolca düşünceyi onu oyalamak için salık verir. Bu oyalamaca çoğu zaman keyiflidir çünkü zamanın nasıl aktığının farkına varmayız. Sınırlı yaşam süremizden saniyeler bir bir eksilirken biz, yüzümüzde bir tebessüm ile sokakta dolanıyor olabiliriz. Çünkü buna ihtiyacımız vardır. Beyin aradaki dengeyi korumak zorundadır. Ruhun kuş misali göklerde uçma hevesi olmasa beyin de bedeni diri tutmak için bu kadar dertlenmezdi. Bazen bedensel ve çevresel etkiler o kadar ağır gelir ki beyin bunun altından kalkamaz ve ruha bunları yansıtmak zorunda kalır. Ruhun kuşlarla, böceklerle olan sevimli seansları bu tip müdahalelere maruz kaldığında ruh karanlık tarafa doğru kaymaya başlar. Çevresinden hatta bedeninden uzaklaşmak, huzur bulmak ister. Çoğu zaman “tebdil-i mekânda ferahlık vardır,” sözüne istinaden çevre değişikliği çözüm olabilir. Beyin çevreden sıkıntıları emmedikçe kendine bedeni düzeltmek için zaman bulabilir. Bulamadığı takdirde bu sıkıntı ve stres, bedeni yıpratmaya; en basit haliyle akne en korkulu haliyle kansere kadar çeşitli hastalıkların mağduru haline getirmeye muktedirdir. Bütün bu hengamenin dert babası olan beyin aslında bu iş için çözüm üretebilecek yegane bir makinedir. Beynin çok da farkında olmadığımız bir “stand by” özelliği vardır. Gizil güçlerimizden biridir ve sorgularsak “Nasıl kullanırız? Yan etkileri nelerdir? Ne tür faydaları vardır?” gibi sorularla bizi karşı karşıya getirir. Aslında herkes bu gücü kullanmaktadır ama kimimiz daha sönük kimimiz daha şiddetli olarak onu tercih ederiz. “Kafaya takma,” dediğimiz anda bunu gerçekten başarabiliyorsak neredeyse bu gücü elimizde hissetmiş oluruz. Bu gücün önündeki en büyük engel takıntılarımızdır. Takıntılar ruhun korkularıdır. Beynin, yazılımı gereği önceki durumları hatırlatması ile ruh tekrardan aynı sıkıntılara düşmemek için(!) sıkıntıya düşer. Çok anlamsız gelmektedir: Ruh neden böyle bir şey yapmaktadır? Oysaki kendi içerisinde kendi hayal dünyasında istediği gibi, istediği miktarda özgürdür. Ruhun böyle zayıf bir yönünün olması, onu her ne kadar mahzun bir varlık yapsa da bu mahzunluk, Azazil’in tam da bahsettiği ve ortaya çıkarmak istediği şeydir. İnsan için tek çıkar yol erdemdir. Elde edilmesi güç olan şeyler aşırı istem ile mümkün olabilir. Her ne kadar zamanda bize ayrılan süre çok kısıtlı olsa da bizim için erdem ateşini yanar halde tutma çabası, çok anlamlı sonsuz zamana eşit gibi gelecektir. Bu durumda ihtiyacımız olan destek, beynimizden gelen gizil gücümüz “Rölanti Kafa” ile sağlanabilir. Bilindiği üzere rölanti, motorlu araçların en az yakıt ile çalışır durumda kalma halleridir. Rölanti kafa ise en az gereksiz düşünce ile ruhun rahat ettiği kararlılık durumudur. Düşünceler ruh için gereksiz şeyler değildir ama onu mutlu etmeyecek, bunaltacak; tekrarlayan, sürece bağlı, takıntı ürünü, düşünceler onun sevmediklerindendir. Rölanti kafa düşünceyi verimli kullanmak için kullanılan bir güçse ve işlemlerin durduk yere sonlanması istenmiyorsa, kurulumu doğru yapılmalıdır. Öncelikle açık olan tüm duyu organları bir başka kullanıcıya yani beyine, koşullu olarak atanmalıdır. Bu koşullu uyarma sistemi iki taraflı bir anlaşmanın ürünüdür. Beyin, eğer bedene zararlı bir şey olabileceğini tespit ederse gerek refleksler ile gerekse otonom hareketlerle çözüm üretmeye yetkilidir. Beynin problem çözme yetisinin dışına çıkan bir durum olursa, beyin uyarı verip otomatik pilottan manüel kontrole geçilmesini talep edebilir. Bu taleplere anında cevap vermek ve beyni beden karşısında zor duruma düşürmemek bizim görevimizdir. Anlaşmanın şartlarına bağlı kaldığımızda kendi hayal âlemimizde; özgürce koşabilecek yeşil çayırlar, çayırların bittiği yerden dökülen şelaleler, suyun biriktiği alanda gölet, göletin içinde de karpuz tasvir edebiliriz. Düşüncelerimizi istediğimiz gibi yönetebiliriz: Çözümlenecek problemleri rahatlıkla çözebilir, gelecek hakkında planlar yapabilir, anılarımızda gezintiye çıkabilir, farklı ihtimallerin ne sonuçlar doğurabileceğini analiz edebilir ya da bizi huzurlu hissettiren ne varsa onları düşünebiliriz. Rölanti kafa yolda yürürken uzun mesafeleri daha kısa zaman algısı ile kat etmemizi sağlayabildiği gibi iş hayatında da günlük basit işleri tereyağından kıl çeker gibi hiç dert etmenden yapmamıza olanak sağlar. Beyin bu süre içerisinde yanına beyincik, omurilik ve soğanı gibi yardımsever arkadaşlarını alarak işleri yürütür. Yürümek omurilik soğanımızda kayıtlı olan bir animasyondur. Yeri geldiğinde oynatılır ve bu sayede nereye bassam, nereden yürüsem, önce hangi ayağımı atsam gibi şeyleri düşünmemize gerek kalmaz. Duyularımız sürekli olarak çevreden gelmesi muhtemel tehlikeleri beynin belirlemesi için algılama yapar. Bu dönütlerde gözümüze herhangi bir yerden bir yazı çarptığında, -örneğin “Şaşkın Bakkal”- bu yazıyı okumasanız da hatta rölanti kafa modunuz açık dahi olsa, düşüncelerdeki sürekliliği devam ettirmek adına beyin, arama motorundan “şaşkın sözcüğü” ile ilgili bütün verileri çıkartıp size sunar. İlk sayfada çıkan ve daha önceden bir çok kez tıklamış olduğunuz “Bir o yana, bir bu yana yatma şaşkın” nakaratlı şarkı ruha öneri olarak sunulur. Eğer ki o an gerçekten de yeni bir düşünceye ihtiyaç duyuyorsanız şarkının melodisini duyarmışçasına mırıldanmaya başlarsınız. Bu mırıldanma belli bir süre devam ederse fon müziği olarak arkaya alınır ve siz tekrardan başka düşüncelerle münasebete başlayabilirsiniz. Belki de otobüste iki ön sırada oturan adam telefonuyla mesajlaşmaktadır: Gözleriniz net olarak yazıyı seçemese hatta gözlerinizde astigmat dahi olsa, havadan size bilgi aktaran sırt çantalı, önlüklü reseptörler bu işi yapıyor olabilirler. Olabilirler çünkü adamın yazdığı gemi kelimesini algılamış ve hemen gemilerle ilgili düşüncelere dalmışsınızdır bile. Elbette bir tek görmek değil, sesler, hele ki hatıraları kaydederken üzerlerine derinlemesine nüfuz etmiş kokular vardır ki sizi sizden alıp götürür. İyi veya kötü fark etmez; kullanım alanı kısıtlı ama kalıcılığı daha yüksek, algılarımızdan ilişki durumu en karmaşık olan, kokular hatıraları canlandırma konusunda aranan uyaranlardır. Hissetme, tat alma gibi duyularımız da zaman zaman bize beğenilecek veyahut dikkat edilecek şeyleri sunmakta yoldaşlarından geri kalmazlar. Algılarla olan bütün bağları kesmek, iç dünyamızda daha berrak su damlaları ile yağan yağmurların bulutlarını toplar. Bilinir ki destanlarda genellikle âmâ kâhinler olur çünkü bu kâhinler görme güçlerini yitirdikleri için kendileri ile baş başa kalmaya alışmış ve gönül gözleri açılmıştır. Aşırı yüksek ses, aşırı parlak görüntü, aşırı sıcak, bozuk tat, pis koku, bunlar tahammül etmek zorunda kaldığımızda bizi geren, istenmeyenlerdir. Bu aşırılıklardan kurtulmak için sessiz, serin ya da herhangi başka bir yere gitmek en çok başvurduğumuz çözümlerdendir. O zaman ruhumuzu bedenimizin sessiz bir köşesine çekmemiz bize mutlak süreçte rahatlama hissettirecektir. Bu rahatlama, daha sonra gerekli olduğunda beyin, beden ve ruhun simültane bir şekilde çalışmasına olanak sağlar. Bu tip çalışmalar gerçekten insanı yorar. Tüm gün konsantrasyon halinde yaşayan bir insansanız bedeninizin yanında beyninizi ve ruhunuzu da yormuş olursunuz. Hakkıyla konferans verenler kürsüde geçirdikleri 1 saatin spor salonunda geçirilecek 1 saatten daha yorucu olduğunu size söyleyeceklerdir. Bütün bu yararlarının yanında az da olsa yan etkileri olan bir gizil gücümüzdür “Rölanti Kafa”. Bu haldeyken çevrenizdeki insanlar tarafından dalgın olarak görülebilirsiniz. Dalgınlık benzetmesi, düşünce denizine dalıp vurgun yemek olarak kast ediliyorsa doğru sayılır. Dalgınlığın tepkisizlikle birlikte olduğu durumda ise beyin, hiçbir düşünce önerisinde bulunmaz, sadece bedenin kontrolündesinizdir. Ruh yine kendi âlemindedir belki; o arayı tam kestirmek güçtür. Rölanti kafalı insan, şuursuz değildir, duyu organları otomatiktedir ve önemli olmadıkça bu halden çıkmak istemeyecektir. Belli bir şeye odaklanmak için rölanti kafayı kullanabiliriz ve düşüncelerimizi tek bir iş üzerinde yoğunlaştırıp yaratıcı çalışmalar çıkartabiliriz. Lakin sol beyni kuvvetli insanlar bedensel aktivitelere odaklanmada daha başarılıyken sağ beyni kullananlar ise romantizm gibi duygusal odaklara yönelmekte daha başarılıdırlar. Beyindeki, sık kullanılanlar düşünce paletinden, elbette ruhun önüne ilk çıkanlar da onlar olacaktır. Sağ beyine ağırlık verenlerin tek bir düşüncede odaklanması da zor olacaktır. Bu sebepten rölanti kafa halinden sık sık kopup zihni takıntılara döndüren bir çevrime uğrayabilirler. Takıntılar, tamamen kurtulması zor olan şeyler oldukları için onları hayatımızdaki önem sırasında geri plana itmekle işe başlayabiliriz. Aslında takıntı genele yayılmadığında sadece bir savunma mekanizmasıdır. Benzer durumlar ile özdeşleştirip aynı tepkileri o durumlara da verdiğimizde asıl sıkıntı başlar. Kıyaslayıp benzer durumları yaşantıya gerek kalmadan konumlandırmak da bir savunma mekanizmasıdır. Bunlar doğru kullanıldığında yararlı şeylerdir ve bizi korudukları gibi öngörü sahibi, zamanı verimli kullanan bireyler kılarlar. Fakat, kıyaslama olayı geniş çevreli olmalıdır: Bir olayı genelleme haline getirebilmemiz için 10 frekansta 5’e yaklaşık medyan yakalamamız gerekir. Oysa çoğu insan bunu 2 hatta 1 durumla birleştirip ona göre hayatına yön verir. Kendimden örneklemem gerekirse bir sonbahar gününde yaşadığım acı dolu otobüs macerasını anlatmam uygun olur… Sınava girmek için üniversiteye gitmek üzere otobüse binmiştim ve boş olduğunu gözlemlediğim, konumu cam kenarı olan bir koltuğa doğru yöneldim ve oturdum. Oturduğum koltuk, tekerin oluşturduğu kottan ötürü aşağıda kalıyordu ve arkamda oturan yaşlı bir adam ve genç vardı. Yol uzundu ve malum İstanbul, her yer şantiye, her yer trafik; ben de fırsattan istifade sınavına gireceğim dersin kitabını göz gezdirmek için açtım. Konular zevkliydi, iyice yoğunlaşmıştım ta ki tam arkamda oturan yaşlı amca hapşırana kadar. Enseme, saatte 180 km hızla esen rüzgarın taşıdığı damlalar bir bir yapıştı. Amca resmen yağdırmıştı. İrkildim ve sinirlendim ama arkaya dönüp bu sinirimi, saygıdan ötürü yaşlı adama yöneltmedim. Bir kâğıt mendil ile ensemi sildim ve birkaç durak sonra iner inmez hemen okulun tuvaletine koşup lavaboda temizlenmeye başladım. O kadar iğrenmiştim ki bu durumdan oradaki sıvı sabunu enseme döküp köpürtmekten çekinmedim. Montumu da sildikten sonra biraz kendimi temiz hissettiğim ve kurulanmaya geçtiğim anda içeriye bir hizmetli girdi. Elinde bir kupa bardak vardı ve onu lavaboda yıkamaya başladı. Sonra bana doğru uzatıp bir koklasana dedi. Bendeki de nasıl bir teslimiyetçilik ise kokladım. “Kokmuyor,” dedim. “He iyi, çöpten buldum da sence içilir mi bunla?” diye soruverdi. “İyice yıka, öyle iç,” dedim. Birinden kaçarken bir başkası ile de karşılaşmış olmam bende kötü etkiler bıraktı. Bu olayı her anımsadığımda gülsem de yine de o günden sonra otobüsün herhangi bir köşesinde biri aksırıp tıksırsa bütün tüylerim diken diken olur. Rölanti kafa bize sinema izlerken karanlık ortam aramamızın daha iyi olduğu söyler. Tek bir noktaya odaklanırız ve sadece onu düşünürüz. Kitap okurken sözcüklere, cümlelere takılmamamızı kendimizi kitabın atmosferine bırakmamızı tembihler. Anlatılmak istenen, devrik cümleleri vakti zamanında devirmiş, devrimci edalı kısa tümceler değildir. Mutlaka o kitapta bahsedilen başka bir şey vardır ama konsantrasyonu bu gibi takıntılara emanet ettiğimizde beyin bizi kitabın götürmek istediği âlemlerden başka düşüncelerin olduğu karmaşalar vadisine doğru sürükler. Hayatın her alanında kullanılabilecek gizil gücümüz olan rölanti kafanın yan etkilerini irdelemek gerekirse: Öncelikle, daha önce değindiğimiz gibi insanlar, sizin kendilerini yeterince dinlemediğinizden şikayetçi olacak ve sizi yaftalıyacaklardır. Çoğu zaman da gerçekten de dinlemiyor olacaksınız. Sadece, kafanızda önemli olarak etiketlenmiş sözcükleri duyduğunuzda gerekli olan tepkileri vermek için beyin ile irtibatı koparmayacaksınız. Eğer ki etiketleri doğru algılayamazsanız olmadık yerde olmadık tepkiler verebilirsiniz. Bir keresinde eşimin ailesi ile yemek yiyorduk ve onlar eskilerden, akrabalardan bahsetmeye başlamışlardı ve benim konu ile ilgim, alakam olmadığından kafayı rölantiye aldım. Onlar anlatıp anlatıp yâd ediyor, gülüyorlardı ben ise yemeğe odaklanmıştım. Kafamdan geçirdiğim sadece yemeği nasıl daha uyağan (optimize) bir şekilde yerimdi. Salataya bir kaşık daha götürsem, bu arada biraz da suyundan alıp pilavın üstünde gezdirsem diye stratejik planlamalar içindeyken konuşmalardan bazı önemli niteliğinde sözcükler ayrımsadım. Falanca amca vardı -burada bir amca lafı geçti bu belki önemli olabilirdi-. “Sonra bir gün, hani şöyle olmuştu da bu da onu görünce gül gül ölmüştü”. Uyarı var birisi ölmüş, falanca amca denen birisinden bahsediliyordu. Hemen tepkiyi koymalıydım kafamı kaldırdım ve “Allah rahmet eylesin,” dedim. Tabi diğer sözcükler beynimde sonradan anlamlandı ve verdiğim tepkinin hatalı olduğunun farkına vardım. En azından onlar ne dediğimin farkına varmadılar ve duymadan konuşmalarına devam ettiler. Şu anda, bunu tekrar beyin gündemime getirdiğimde siyah beyaz görüntülerde kendimi, sofra başında; lafı yumurtladıktan sonra elimde kaşık, pel pel bakıyorken görüyor ve üzerime kırmızı bir çarpı işareti yapıştırıyorum. Bu da reklamlardaki psikolojik konumlandırmaların etkisi olsa gerek. Kalabalık bir yerde tanıdıklarla karşılaştığınızda tokalaşmaya başlarsanız -tokalaşma işi; öyle, sarılma, kucaklaşma boyutunda özlem içerikli değilse rutin bir iştir- bu seansın sonunda kendinizi tanımadığınız insanlarla tokalaşırken bulabilirsiniz. Diyaloglarda “evet, hıhı, tabii, yani,” gibi kısa cevaplarla, arada kafa sallayarak, göz belerterek iyi bir dinleyici izlenimi vermekten öte katılımcı olamazsınız o da karşınızdaki kişi ayıkıp “Sen beni dinliyor musun?” diye sorana kadarki süreçteki bir yanılsama olur. Bazen gitmek istediğiniz yere değil başka bir yere doğru giderken farkına varıp çaktırmadan geri dönme hamlesi yaparsınız. Bunlar gibi birçok yan etkiyi kendi hayatınızı mercek altına aldığımızda tespit edebilirsiniz. Rölanti kafa insanlık için pek de yararlı bir uygulama olmasa da “insan için, iç huzur vesilesi olduğundan faydalıdır,” denebilir. Uzun vadede; kendi iç dünyasında fikir ürütme fırsatı bulan kişi toplumda üreten insanlar güruhuna dahil olabileceği için kamu yararı elde edilebilir. Otonom işlerde, iş gücünün dikkat dağınıklığı ile kaybolmasını engelleyebilir olduğu için verim sağlanabilir. Tabii, bu dikkat dağınıklığı rölanti kafanın yanlış kullanımının sonucu da olabilir ama bu, bir risk faktörüdür. Kendini sadece bedensel olarak değil, ruhsal olarak dinlemeye başlayan birey, bir süre sonra toplumsal hayatın insan menşeli kurallarını sorgulamanın yanında daha edebi ve felsefi düşüncelere de gark olabilir. Sorgulamalar sonucu “başka insanların kafasından düşünme yeteneği” elde edilebilir ve onların görünür ve gizli davranışları akıllıca anlamlandırılabilir. Düşüncelerdeki bu gelişim ve değişim ile, insanın mukayese yeteneği arttırılabilir: Bu sayede eleştirel düşünce, doğru analiz, iyimser bakış açısı ve hayal gücünün, beyinde devşirilerek sık kullanılması sağlanmış olur. Sorgulanması gereken ve gerekmeyen durumlar belirlenip sorgulama sonucunda elde edilebilir marjinal fayda tespit edilerek, az çabayla nokta atışı kararlar vermeyi sağlayan fikirler üretilebilir. Bütün bu gelişim, doğru düşünceye açılan bir kapıya bizi yönlendirirse, erdemli insan olmak için kat etmemiz gereken bir aşamayı daha geçmiş oluruz. Şimdi yola koyulun.